15 Eylül 2006

yazın neler yaptığınızı kompozisyon şeklinde yazınız


Uzun zamandır yazmamanın da verdiği hamlıkla (gerçi sık sık yazınca da pek etkili olmuyor), saçma sapan bir yaz değerlendirmesi olacak gibi geliyor. Yazın pek değil, hiç bir şey yapmadığımdan, anlatabileceklerim sadece konser izlenimlerim. Gerçi onlar da bayağı yer kaplayacak.

10 haziran 2006 Morrissey konseri
Değişik duyguları bir arada yaşadığımız konser oldu bu. Bir yandan Morrissey'i gördüğümüze inanamazken, diğer yandan kendisinin ilk İstanbul konseri olmasına rağmen, son albümü Ringleader of The Tormentors'a ağırlık vermesine bozulduk. İstanbul seyircisine kıyak geçileceğini düşünmüştük hepimiz. Ama setlist Avrupa turnesinin diğer ayaklarından pek farklı olmadı.
Ön grup Mor ve Ötesi'nin sahneden inmesine yakın Parkorman'a vardık. Parkorman'ı ilk kez bu kadar kalabalık gördüm (yıllardır giderim peh peh). Hafif itiş kakışla sahneyi adam gibi görebileceğimiz bir yere konuşlandık. Morrissey kahverengi pantalon ve gömleğiyle sahneye çıktı ve bütün yaz geyiği yapılan şu üç kelimeyi söyledi: "Merhaba.. Zeki Müren.. Morrissey.." Gayet anlamlıydı. Kalabalık bu selamlaşmadan sonra tereyağı kıvamına gelmişti ki kendimizi "Panic on the streets of London, panic on the streets of Birmingham" diye bağırıp zıplarken bulduk.
Bütün konser "Morrissey'i izliyoruz, Morrissey!" diye birbirimizi dürterek geçti. Hava çok güzeldi ve dolunay vardı. Çok önde olmamamıza rağmen saneyi görmekte zorlanmadık. Tormentors'ın en etkileyici parçaları I Will See You In Far Off Places, Morrissey'in jestleriyle To Me You Are A Work Of Art, melankolik atmosferiyle Life Is A Pigsty ve You Have Killed Me oldu. The Smiths döneminden Panic, Girlfriend In A Coma ve dünyanın en iç acıtıcı şarkıları sıralamasında üst sıralarda olması muhtemel How Soon Is Now'u da beyinlerimize kazıdık. En güçlü eşlik edilen şarkı tahmin edilebileceği gibi Let Me Kiss You oldu. Ayrıca First of the Gang to Die, Irish Blood English Heart'ı da dinleme fırsatı bulduk.
Konser bir buçuk saatten az sürdü. Çok isteyip de dinleyemediğimiz There Is A Light That Never Goes Out, I Have Forgiven Jesus, The World Is Full Of Crashing Bores ve özel isteğim Jack The Ripper içimizde ukte olarak kaldı. Aslında bir Hand In Glove, bir Sheila Take A Bow da isterdik. Konserde bağırarak şarkı isteme huyumuzu bu sefer dizginlemek zorunda kaldık, çünkü insanın There Is A Light That Never Goes Out diye bağırması zor.
Kısacık bir bis yaptılar. İnsanlar beni "Hadi artık gidelim aaa" diye çekiştirip götürene kadar orada durup sahneye baktım, belki dönerler diye. Hayatımda izlediğim en iyi 5 performans arasındaydı. Konserden sonra uzunca bir süre sadece Morrissey dinledim. İstanbul'un gördüğü en iyi konserlerdendi. Ama geçti gitti tabii.
Konser ekibi Musa ve Müge'ye teşekkürler.

20 haziran 2006 Roger Waters konseri
Bu yazın kapıda bekleme ritüeli yaşanan ilk konseriydi. Kuruçeşme Arena'nın önündeki kaldırımlarda saatlerce oturduk. Hep yapmak istediğimiz, kapılar açılınca sahneye doğru koşma aktivitesini gerçekleştirdik. Vip bölümünün demirleriyle haşır neşir olduk. Konserden önce, sahne önündeki kameramanların, öpüşen çiftlerin görüntülerini sahnenin iki yanındaki ekranlarda dondurmasından rahatsız olduk. Çok önemli Vip konuklarının da gelmesiyle paparazzi ruhunun doruğa çıktığı anlar yaşadık.
Konser iki bölümden oluşuyordu. İlk bölümde Pink Floyd’un Dark Side of The Moon’u baştan sona çalındı. İkinci bölümde Pink Floyd’un her biri efsane olan diğer şarkılarını dinledik. Görülmesi, duyulması gereken anlardı. Elim çok fazla bir şey yazmaya varmıyor.
Roger Waters ve ona eşlik eden müzisyenlerin yanı sıra, görsellik de çok başarılıydı. Sahnedeki dev ekran ve ışık oyunları büyüleyiciydi. Bence konserin en etkileyici yanı birkaç neslin bir arada olması, aileler ve çocuklarının aynı şarkıları söylemesiydi.
Konser ekibi Musa, Fatma, Sinem, Ceylan, annem ve babama teşekkürler.

12 temmuz 2006 Guns n Roses konseri
Etrafımdaki Guns hayranları üzerinde “Çocuğumu keserim” benzeri bir etki yapan, nedense beni çok fazla heyecanlandırmayan bir konser oldu bu. Yine Arena’nın kapısında saatlerce bekledik. Ama bu kez daha az kişiyle ve daha düşük beklentilerle. Bir şekilde (yaparız biz) sahne önündeki yerimizi aldık. Beklemeye başladık ama bir yandan da Axl’ın huyunu bildiğimiz için evimize kaçta dönebileceğimizi merak ediyoruz. Hava sıcak, güneş battıktan sonra betondan yükselmeye başlıyor ısı.
4 Lyn (böyleydi herhalde) adında Alman bir ön grup vardı. Fena değillerdi, eğlenceli çocuklardı ama şarkı aralarındaki geyikleri bir süre sonra kabak tadı verdi. “Do you love rock’n’roll?”, “Do you love Guns n Roses?”, “Let me hear you!” ve hatta “Do you like computers?” gibi şabalak cümlelerle seyirciyi bağırtmaya çalıştılar. Çaldıkları her şarkıdan önce “Şimdi son şarkımızı çalacağız ve Guns gelecek” dediler. Guns’ın sahneye çıkması gereken saatin üzerinden iki saatten fazla geçmişti, insanlar yerlere serilmişti ve bir grup insan “Velvet Revolveeer” diye bağırmaya başlamıştı ki, ışıklar söndü ve biz ayağa kalkıp toparlanana kadar Welcome to the Jungle’ın ilk notaları duyuldu.
Daha sonrası, tahmin edileceği gibi bağırıp çağırıp tepinerek geçti. Beklediğim kadar zevk alamadım konserden, çünkü bütün gün çok yorulmuştum ve ayaklarımın ağrısı dayanılmazdı. Axl her ne kadar göbek bağlamış da olsa, sesinden bence çok bir şey kaybetmemişti ve sahnede koşturup seyirciyi coşturmayı bildi. Grubun yeni elemanları çok yakışıklı evet, ama hissiyat ve teknik olarak bekleneni vermekten uzaklar. Gitaristlerin teker teker attığı sololar, alandaki herkese biraz garip geldi. Zaten Axl da ikide birde adamlara laf sokup durdu. İsmini hatırlamadığım, New Yorklu gitarist amcamızın attığı soloyu beğenmeyip, “Şşş, sen gel bakayım buraya, at bakayım o soloyu bir daha.. Hmm şimdi oldu tamam gidebilirsin” tadında bir tavırla postayı koydu.
Tam olarak iyi veya kötü demekte zorlandığım bir konser olsa da, en azından “Anne ben rockstar gördüm” diyebilirim artık (aslında en kral rockstar’ı bir sonraki konserde anladım, ona da geleceğim). 93’teki GNR konserinde açılan “Don’t worry mum, i’m with Axl” pankartı, bu sefer “Don’t worry mum, i’m with Axl again” şeklinde karşımıza çıktı. Hatta Axl, pankartı alıp sahneden herkese gösterdi.
Son şarkı Paradise City’deki konfeti yağmuru sırasında etrafımdaki insanlara, sahneye, gökyüzüne bakıp, üzerimize deli gibi yağan minik kağıt parçacıklarının hakikaten cennetten düştüğüne inanmak üzereydim. Konserin doruk noktasıydı bu. Aslında en zevk aldığım iki an “You know where you are? You’re in the jungle baby, you’re gonna die” diye ciyaklayarak sahneye çıkan Axl’ı gördüğüm, ve Paradise City’deki konfeti ve fişek şovu sırasında sırıtarak etrafıma baktığım andı. İkisinin arası yorgunlukla mücadele.
Belki kimsenin fark etmediği, konserin sadece bizim anlattığımız versiyonunda bulunan bir başka hikayeyse gitarist Robin Finck’in (kırmızı çoraplı hani) en ön sıradaki kızları kesmesiydi. Konser boyunca önümdeki iki kıza (bakın isim vermiyorum) kaş göz yapan Robin, bir ara sahneden inerek doğrudan bu iki kişinin önüne gelip “Helelelelllll” ifadesiyle aralarına daldı. Groupieliğe pek sıcak bakmayan kızlarımız geriye kaçışırken, ben de kendisinin kafasını sevip “Hadi canım yavaş yavaş” diyerek sahneye uğurladım.
Konserle ilgili çok konuşulan şeylerse Axl’ın boğaza “river” demesi, sahne arkasında bir görünüp bir kaybolan saten mini etekli esmer ablalar ve after party oldu.
Konser ekibi Musa, Fatma, Sinem ve Coco Rosie konserinden önceki saatlerini bizimle sırada muhabbet ederek geçiren İbo’ya teşekkürler.

30 temmuz Depeche Mode konseri
Bu yazın kesinlikle en etkileyici, insanı yerlerde süründürücü, “Allahım n’olur bitmesin” diye inletici konseri. Tanıdıklardan bulduğumuz teknik görevli kartıyla içeri girdiğimizde (biz hep yaparız bunu) alan henüz kalabalıklaşmamıştı. Biz de birinci kısmın hemen arkasında yerimizi alarak beklemeye koyulduk.
Bol ön gruplu bir konserdi. Önce Pamela çıktı sahneye. Vasatın biraz üzerinde olan performansı seyirciden pek ilgi görmedi. O da hit şarkılarından bir kaçını çalmadan, son albüme ağırlık verdiği konserini kısa kesip yerini Chantage’a bıraktı. Depeche Mode coverlarıyla tanınan, tarzı da Depeche Mode’u fazlasıyla andıran Chantage’ı ilk kez izledim. İnsanlarda “Aaa, ya neden konserden önce Depeche Mode coverı çalıyolar ki” tepkisi uyandırdılar. Oysa onlar cover değil kendi şarkılarıydı, ve hiç de fena sayılmazlardı. Ama solistin her şarkıdan sonra “Long live DM” diye bağırması da bir yerden sonra sıktı.
Alana girdiğimizden beri gözümüz hep Depeche Mode’un üzeri mavi ışıklarla bezeli, UFOları andıran alet edevatındaydı. Alan kalabalıklaştıkça, ikinci kısmı ilk kısımdan ayıran bariyerler bize dar gelmeye başladı. Işıklar sönüp UFO-keybordların üzerindeki mavi ışıklar kırpışmaya başladığında, o mübarek insanlar A Pain That I’m Used To’nun gıcırtıları arasında sahneye çıktıklarında, sahneyi adam gibi göremediğimizi dehşet içinde fark ettik. Hoplayıp zıplayarak idare etmeyi denedik bir süre, doğaüstü varlık Dave Gahan’ı görmeye çalışarak. Ama olacak gibi değildi. Nihayet kalabalığın içinden çıkıp arkasından dolaşarak sahnenin sol tarafından, Vip bölümüne giriş yaptık. Bu yolculuğumuz sırasında “Walking In My Shoes” çalıyordu ve biz “You’ll stumble in my footsteps” diyerek koşturuyorduk.
Sahnenin önüne geldikten sonra geçen süre, rüya gibiydi. Siyah kanatları ve tüylü miğferiyle Martin L. Gore, dünyanın en karizmatik insanı Dave Gahan. Son albüme ağırlık vermeyip, neredeyse bütün hit parçalarını çalarak beni şaşırttılar. Hele Stripped’i çalmaları benim için şok oldu. Parmağımı Dave’in gözüne sokarcasına uzatıp “Let me hear you speaking just for me” dedim, ruhum cennete yükseldi. Dünyanın en kıvrak ve seksi şarkısı olmaya aday World In My Eyes sırasında Dave’in mikrofonu okşamasına, bize sırtını dönüp dans etmesine bu kadar yakından tanık olmak bünyemi sarstı. Sevgilimle arama giriyordu neredeyse Dave. Duvara
Karşı’dan sonra daha da çok sevdiğim I Feel You’da koluma bacağıma hakim olamadım. Personal Jesus’ın uzun, sert ve mükemmel bir versiyonunu dinledik. In Your Room’da “Will i always be here?” diye sorarken, cevabın evet olmasını çok istedim. Arkadaki ekranlarda beliren bir kral tacı, Enjoy The Silence’ı haber verdi. Behind the Wheel’da “I’m going cheap tonight” derken Dave’in yüzündeki piç sırıtışı gördüm. Dave Gahan’ın mikrofon ayağını sırtına alıp, önümüze gelip, üzerimize doğru eğilerek “Come oooooooon” diye bağırdığını gördüm ve “Annnnneeee! Ben asıl şimdi rockstar gördüm!”
Yeni albümden A Pain That I’m Used To, Suffer Well, John The Revelator ve Precious’ı hatırlıyorum. Konser Never Let Me Down Again’le bitti. Martin Gore, “See the stars, they shine all bright, everything’s allright tonight” diyerek bizi boğazın karşı kıyısındaki evimize uğurladı.
Konser ve setlistin bu kadar mükemmel olmasının sebebi Martin Gore’un Türk sevgilisi değildi herhalde. Bu adamlar dünya üzerinde kesinlikle izlenmesi gereken birkaç gruptan biri.
Konser ekibi Musa’ya teşekkürler.

Rock’n Coke 2006
Yaz boyu bu kadar büyük isimleri izledikten sonra Rock’n Coke ister istemez mantar geldi. Kısaca geçeceğim festivali.
Cuma ve Cumartesi, her zaman olduğu gibi yağmur yağdı. Ama insanlar bu kez daha tedbirliydi. Desenli lastik çizmelerin geçtiğimiz kış moda olmasının da etkisiyle insanlar çamurda yürüyebildiler. Geceler yine soğuktu. Pazar günüyse tam tersine çok sıcaktı ve sabır taşırdı.
Festivali ana sahnede Hayko Cepkin açtı ve bence yerli isimler arasında en iyi performansı sergiledi. Merak ettiğimiz asıl grup Gogol Bordello, 18:00’de sahneye çıktı ve 50 dakikalık müthiş bir şov sundu. Immigrant Punk’la başladılar ve hatırlayabildiğim kadarıyla Not A Crime, Never Young, Start Wearing Purple, Think Locally Fuck Globally, Sally ve Baro Foro’yu çaldılar. Gözlemlediğim kadarıyla izleyicilerde “Ya bir grup varmış böyle çingene punk mı ne” şeklinde bir merak vardı. Start Wearing Purple dışında şarkılara eşlik eden pek olmadı. Deli gibi pogo yapılır diye bekliyorduk ama bizden başka pek zıplayan göremedim. Dogs Were Barking’i çalmadılar ama yine de 50 dakika boyunca bir elimiz dalağımızda hopladık durduk. Eugene Hütz mü diyeyim, Slayer tişörtlü kart zampara kemancı mı diyeyim, Never Young’da Hütz’ün bağırttığı abla mı diyeyim. Bence kesinlikle festivalin en iyi performansıydı. Zaten başka hiçbir grubu da doğru düzgün izlemedik.
Kasabian, beklentilerimi karşılayamadı. Yeni albümleri Empire, İngiltere’de listelere bir numaradan girmiş ama konserlerde pek etkileyici değiller. Beklenen parçalar Club Foot, LSF, Processed Beats, Cutt Off bile biraz sönük geldi bana. Hoş, Gogol Bordello’dan sonra başka türlü olması da zordu.
Muse’u 2002’de Maslak Venue’de izleme talihsizliğini yaşamıştım. Ses sistemi berbattı ve topu topu 1 saat süren konserde sahneyi de görememiştim. Bu sefer adam gibi bir ses sisteminde dinledik onları. Gerçi sahneyi yine çok iyi göremedim ama artık Muse’u eskisi kadar sevmediğimi anladığım için pek de umrumda olmadı. Supermassive Black Hole ilk çıktığında sağda solda “Yaa n’olmuş bu adamlara, Britney Spears olmuş” diyenler pek bir ateşli dans ediyorlardı konserde.
Vega, Duman, Şebnem Ferah her zamanki gibiydi. Burn Sahnesi’nde gördük ki Dorian, kendisine çok sağlam bir dinleyici kitlesi yapmış. Mercury Rev vasatın biraz üzerindeydi. Reamonn çok sıkıcıydı. İkinci gün sıcaktan çok bunaldık, yorgunluk da bastırınca Editors ve Placebo’yu izlemeden kaçtık. Editors’ı izleyemediğim için pişmanım biraz. Interpol’ü ne zaman görürüz bilemem, Joy Division zaten tarih oldu, bari sesi bu adamlara benzeyen birini dinleseydik.
Festival ortamından bahsetmek gerekirse, her sene yaşanan şeyler yaşandı yine. Cuma akşamı kapıda uzun kuyruklar oldu, bir ara elektrik kesildiği için x-ray cihazları çalışmadı. Tuvaletler korkunçtu. CardRock’larda arıza çıktı. Servisler için bilet kuyruğu oldu. Yemek ve içmek için dışarı çıkıldı, tarlada otururken yediğimiz sucuğa doğru ilerleyen kırkayaktan korkup alana geri dönüldü. Kızlar, tecavüz korkusuyla şehir içinde giyemedikleri ne varsa iki gün içinde hepsini giydiler. Pazar sabahı amcanın biri ana sahnede, kızgın güneşin altında insanlara Tai-Chi yaptırdı. Çocuklu aileler daha azdı. Önceki festivallere göre sıkıcıydı.
Festival ekibi Musa, Ertuğrul, Melis, Şenol ve Dream Tv’ye teşekkürler.

devamı...