30 Eylül 2007

antwerp'in yerel tanrıları: dEUS


Belçikalı alternatif / deneysel rock grubu dEUS, 1989'da Antwerp'te kuruldu. 1992'de henüz albüm çıkarmamış grupların katıldığı HUMO's Rock Rally ile isimlerini duyurmaya başladılar. Grubun kuruluşundan beri değişmeyen iki üyesi solist/gitarist Tom Barman ve klavye/kemancı Klaas Janzoons. Geçmişte kadroda yer alan müzisyenlerin çoğu müzik kariyerlerine başka gruplarda devam ediyor (Zita Swoon, Kiss My Jazz, Dead Man Ray, Vive la Fête, The Love Substitutes).
dEUS'un müziğini tanımlamak zor, Frank Zappa ve Leonard Cohen'den Sonic Youth'a kadar pek çok isimden ilham alıyorlar. Müzikleri bir kara film soundtrack'i gibi geliyor bana. Bir an sakin, bir an kakofoni ve bağırışlar. Kesinlikle şehirli bir müzik. Gitar ve şarkıların atmosferini belirleyen keman melodilerinin arasında teypten cızırtılı erkek sesleri - gibi. Şu mevsimle de iyi gidiyor. Grubu dar kalıplara sokmadan, rock, caz ve folk aromalı deneysel müzik yaptıklarını söyleyebilirim. Bir de nedense bana çok görsel geliyor müzikleri, onları hep bir performans grubu olarak düşünüyorum, kafamın içindeki eski bir caz kulübünde kırmızı-mavi ışıklar altında sahnede salınıyorlar. Albüm bazında konuşmak gerekirse..

Worst Case Scenario (1994): En bilinen dEUS şarkısı Suds & Soda'yı içerir. Grubu tanımak için iyi bir albümdür çünkü bahsettiğim farklı tarzların hepsini duymak mümkündür. Single'lar Suds & Soda, Via ve Hotellounge dışında Great American Nude dikkate değer, Tom Barman bir 15 sene sonra Tom Waits kıvamına gelir mi diye düşündürür.
In A Bar, Under The Sea (1996): Favori dEUS albümüm. Roses, Fell Off The Floor Man, Theme From Turnpike, Serpentine, Guilty Pleasures, Little Arithmetics gibi çok başarılı parçaları barındırır. Baştan sona dEUS soundunu oturtan, kavratan, iddialı olmak gerekirse dEUS'u dEUS yapan albümdür.
The Ideal Crash (1999): Grubun büyük bir şirketten çıkan ilk albümü (Island Records). Belçika'da ilk haftasında 25000 satmıştır. The Ideal Crash, Sister Dew ve Instant Street leziz single'lardır. Sevgilisini öldüren bir adamın ağzından yazılan Sister Dew (videosunu izlemelisiniz) bana Where The Wild Roses Grow'u hatırlatıyor sözleri itibarıyla. Albümün tamamını henüz dinlemediğim için es geçtiğim şarkılar olmuştur, özür diliyorum.
Pocket Revolution (2005): Uzun bir aradan sonra gelen mis gibi bir albüm. İngiltere'de pek beğenilmemesine rağmen dEUS'un en çok satan albümü. Single'lar Bad Timing, 7 Days 7 Weeks ve What We Talk About dışında şiddetle tavsiye edebileceğim şarkılar Cold Sun Of Circumstance, If You Don't Get What You Want ve Night Shopping.

Bunlar dışında 1995 tarihli My Sister = My Clock adlı deneysel bir EP'leri (25 dakikalık bir parçadan oluşuyor) var. Grubun şimdiki üyeleri -başta saydıklarım dışında- davulda Stéphane Misseghers, basta Alan Gevaert, gitar ve vokalde Mauro Pawlowski. Son albümün 6 yıllık bir aradan sonra çıkmasının sebebi, bu dönemde grup üyelerinin kendi projelerine ağırlık vermeleri.
Solist Tom Barman, müzik yapmak için St Lucas Film Okulu'nu bırakmış. Ama film yapmayı bırakmamış. dEUS videolarının yanı sıra Turnpike adlı bir kısa metraj, Any Way The Wind Blows adlı bir de uzun metraj film çekmiş. Elektronik müzik yapımcısı CJ Bolland'la oluşturdukları proje grubu Magnus'un da yayımlanan bir albümü var.
Pocket Revolution öncesindeki bütün albüm ve single'ların kapak tasarımları grubun eski gitaristi Rudy Trouvé'ye ait.
dEUS'u sadece Rock'n Coke 2004'te izleme fırsatı bulmuştuk. jeremy sağolsun kafasındaki tişörtle deli gibi zıplayarak dikkat çekmişti. 2005'te birkaç konser vereceklerdi Türkiye'de ama iptal oldu. Bir sonraki dEUS albümü 2008'de çıkarsa, buralarda bir daha izleyebiliriz kendilerini. Yolumuz düşerse Antwerp'te evlerinde izlemek de pek hoş olacaktır.
Bitirirken güzel bir de video sunalım..


devamı...

19 Eylül 2007

Ekim'e Doğru


Bu yıl altıncı yaşına basan filmekimi 19-25 ekim tarihlerinde sinemaseverlerle buluşucak.Beyoğlu Emek Sineması'nda toplam 21 film gösterilecek. Bir hafta boyunca Emek Sineması'nda her gece 21.30 seansında bir filmin galası yapılacak.Ekim ayı başında satışa sunulucak biletler indirimli haftaiçi gündüz seansı 3.5 YTL olarak belirlenmiş.Gösterime sunulucak filmlerden bahsedince ilk gözüme çarpan Control oluyor.Daha önce heyecanla soundtrack listesini verdiğim bu film Anton Corbijn'in Ian Kevin Curtis'in hayatını anlatan Cannes Film Festivali'nden Altın Kamera Özel Mansiyon Ödülü'nü alan filmi.Müzik ile devam edersek bir müzisyen serüveni de Julien Temple'dan geliyor.Daha önce Sex Pistols ve Glastonbury Müzik Festivali üzerine belgeseller çekmiş olan yönetmen bu sefer de The Clash grubunun merhum lideri Joe Strummer'ın hayatını sinemaya taşımış. Joe Strummer: The Future Is Unwritten isimli belgeselde Bono, Jim Jarmusch, Johnny Depp, John Cusack, Steve Buscemi, Don Letts gibi yıldızlar yer alıyor.Ayrıca Gus Van Sant'ın son filmi Paranoid Park'ı ve David Cronenberg'in son filmi Eastern Promises ' i izlemek mümkün.Bunların dışında 21 film içinde çeşitli festivallerde özellikle Cannes film Festivali'nde ödül alan filmleri izleme imkanı bulabilicez.

devamı...

13 Eylül 2007

editors / an end has a start


jeremy'nin yoğun baskısı sonucu artık albüm yazılarını kısa tutmamaya çalışacağım. Parçalardan teker teker bahsetmeye niyetlendim. Bu da ayrıntılı albüm değerlendirmelerimin ilki olsun bakalım.
İlk albümleriyle patlayan grupların ikinci albümleri beni hep kaygılandırmıştır (örn. Franz Ferdinand), ancak Editors'ın ikinci albümü "An End Has A Start"ın onlar için sonun başlangıcı olmayacağı aşikar (klişe giriş).
Debut (bu kelimeyi seviyorum) albümü "The Back Room"la büyük bir ivme yakalayan Editors, başarısını yeni albüme de taşımış ve bence soundunu iyice oturtmuş. Grup kendini tekrarladığı yönünde eleştiriler almış; bense belirli bir çizgide sağlam bir şekilde ilerlediklerini düşünüyorum. Gelelim parçalara...

* Smokers Outside The Hospital Doors: Her bakımdan etkili bir açılış parçası. Sözler eskisini geride bırakıp yeni bir hayata başlama isteği olarak yorumlanabilse de, ölümü anlatıyor olmaları daha muhtemel: "Tanıdığın herkese veda et, onları bir daha görmeyeceksin. Bu histen kurtulamıyorum. Ellerim kirli, savaşta mıydım? Gördüğüm en üzücü şey, hastane kapılarında sigara içenlerdi..."
Geceleri hastanelerin nasıl olduğunu bilenler ve hatta soğukta hastane önünde sigara içmiş olanlara pek çok şey ifade ediyor bu şarkı. Videosu da hastaneden kaçan, doktor ve polisler tarafından kovalanan bir kızı hikaye ediyor. Londra'da çekim yapmak pahalı olduğu için video Prag'da çekilmiş. Özellikle kızın nehirde suyun üzerinde koştuğu sahne kendinden bahsettirmiş. Yönetmeni de Stefán Árni Þorgeirsson.
* An End Has A Start: Albümün ikinci single'ı ve tam bir Editors hiti. En enerjik parçalardan. "Tek başına geldin ve öyle de gideceksin. Ellerinde umut ve soluyacak havayla... Dağılırken seni hayal kırıklığına uğratmayacağım, bazı şeyler basit olmalı, sonun bile bir başlangıcı vardır... Biliyorum gittikçe daha fazla insan hastalanıyor, küllerden iyi bir şey çıkar, sakin ol." Renkli taytlar giymiş bir grup kadının dans ettiği videosunu da Diane Martel çekmiş.
* The Weight Of The World: İlk şarkıyı düşündürdü bu bana. Ölmekte olan sevgiliye veda gibi. "Sevdiklerine iyi bak, öldüğünde orada olacaklar. Korkmaya gerek yok, ağlamaya gerek yok. Hayatının her parçası "bir" edecek, hayatının her parçası birine bir şey ifade edecek. Yüzüme dokunuyorsun, Tanrı kulağıma fısıldıyor, gözlerimde yaşlar, korkunun yerini sevgi alıyor." Dans edilecek bir şarkı olmadığı kesin.
* Bones: Dans ettiren bir aşk şarkısı. "Sonunda umabileceğin tek şey, bulduğun sevginin çektiğin acıya denk olması. Gözlerin benimkiler için mi böyle gösteriş yapıyor, yüzünün ellerimde olması tek ihtiyacım." Muhtemel bir single kokusu aldım bundan.
* When Anger Shows: "Kör bir ağrı gibi tüm vücuduna işler. Ellerinin yapabileceği tüm o şeyleri düşün. Sırılsıklam eldivenler gibi dibe çeker seni. Öfke belirdiğinde, yüzündeki değişim." Öfkesiyle her şeyin yoluna gireceğine inanma isteği arasında gidip gelen birinin sözleri gibi. Albümde en sevdiğim parçalardan. Özellikle son nakarattan önceki bölüm etkileyici: "Neyin ne kadar değeri olduğunu nasıl bilebilirsin, ellerin bir gün bile çalışmazken?" Bir işçinin, veya işsizin öfkesini düşündürüyor.
* The Racing Rats: Hızlı bir şarkı, şehir hayatını ve onun hızına ayak uydurmaya çalışan, koşuşturmacayı yakalayayım derken birbirini kaybeden insanları düşündürüyor sözleri de. "Yavaş ol küçük, kaçmaya devam edemezsin. Henüz dışarı çıkmamalısın, oyun zamanın daha gelmedi. Kasabanın kıyısında duruyorsun, silueti gözlerinde... Haydi, kaybolduğunu biliyordun, yine de devam ettin. Zamanın olmadığını biliyordun, ama günün akıp gitmesine izin verdin. Gökten bir uçak düşseydi, yerde ne büyüklükte bir delik açardı?"
* Push Your Head Towards The Air: Yine bir ölüm/veda şarkısı. "Düştüğünde ve yolunu bulamadığında, elini göğe doğru kaldır, koşup yanına geleceğim... İnsanlar arabalarından çıkıp yol kenarına diziliyor, ölüye şöyle bir bakmak için, gözyaşlarında boğulma, başını göğe kaldır, hep orada olacağım." Özellikle 3:35 sonrasında şiddetlenen müzik tüyler ürpertici.
* Escape The Nest: Bu da şehir hayatına atılmakla ilgili, çok hoş bir gitar melodisi var. "Buradaki binalar bulutlara uzanıyor, bizim zamanımız ve bizim yerimiz, içimizde hala hayat var, o duvarların üstüne tırmanacağız. Hissedebileceğin kadar küçük hissetmek için ağaçların tepesine doğru bak, saatlerin geri saydığını duyuyorsun, geceler hiç olmadığı kadar uzun, ama şimdi şehrin ışıklarını görüyorsun." İçinde umut var bunun.
* Spiders: Sakin bir şarkı, Tom Smith'in sesi kadife gibi. "Odanda örümcekler var, ama hep olacak. Kandırılacak insanlar var, ve hep oldu... Lütfen sev, korkma, bu sadece kendi yansıman" sözleriyle bana fena halde Luc Besson'un Angela'sını anımsattı.
* Well Worn Hand: Dünyanın içinde bulunduğu durumu gayet naif sözlerle özetleyen, vokal ve piyanodan ibaret bir şarkı. Albümün sonuna koyulan yerinde bir nokta: "Uyan sevgilim, bugün kötü haberler aldım. Ne yapmalıyız? Sana ulaşmalarına izin vermem. Artık tek başıma dışarı çıkmak istemiyorum, geceyle eskisi gibi yüzleşemem. Yıpranmış elimi tut, kendimizi kapatalım. Dışarı adım atmayacağız, tortop kıvrılıp saklanacağız. Yaptıkları şeyler için üzgünüm, dönüştüğümüz şey için üzgünüm."

devamı...

09 Eylül 2007

A.'nın Cenneti


Cennet, Araf'ın yönetmeni Biray Dalkıran imzalı bir drama filmi. Çekimleri yeni tamamlanan film 4 Ocak ta vizyona girecekmiş. Filmin içindeki animasyonlar ve görsel efektler ise İngiltere ve Türkiye ortak yapımı olacakmış. Genel olarak filmin konusunda bahsetmek gerekirse, film A. yani Can 'nın öyküsünü, dünyasını anlatmakta. A. 29 yaşında atipik psikozludur ve 7 yaşında kaybettiği annesinin hayaliyle yaşamaktadır. Bu güzel hayal onun cennettidir. Fİlmin başrolünde şahsen çok sevdiğim ve hayli başarılı bulduğum A. 'yı canladıran Engin Altan Düzyatan var. Diğer başrol oyuncuları Zeynep Papuççuoğlu, Fahriye Evcen, Şendoğan Öksüz, Mehmet Birkiye'dir. Ben filmden umutluyum gerek içinde animasyonların olması gerek psikanalitik ögelerin olması beni meraklandırmaya yetti. Küçük bir notla yazıya son vermek istiyorum: Biray Dalkıran, Araf ve Cennet 'ten sonra üçlemeyi(?) tamamlamak için Şaman öyküsünü içeren Cehennem'i çekecekmiş.

devamı...

05 Eylül 2007

Rock'n Coke 2007

Geleneksel Rock'n Coke ziyaretimizin yorgunluğunu attım. Yağmur yağdı da, tuvaletler pisti de (bunu diyenleri Glastonbury belgeselini izlemeye davet ediyorum) şöyleydi böyleydi yorumları yapmadan, sadece izlediğim konserlerden bahsedeceğim. Zaten geceleri yakındaki bi evde geçirdiğimiz için konserler dışında pek zaman geçirmedim alanda. Başlıyoruz...

Rashit & The Teoman
Rashit'in gitgide daha kötü şarkılar yaptığını düşünsem de bu adamları izlemeden edemiyorum. Özellikle eski şarkılara eşlik etmek hoşuma gidiyor. Teoman'la işbirlikleri de gayet güzel sonuç verdi, birbirlerinin şarkılarını kardeş kardeş icra ettiler. Küçük İskender'in "siktirip gidiyorum, kıçınıza kına yakın" finalli tiradı ve Dinozor'daki desteği de keyif vericiydi. Oğuz Taktak bir ara sahne direklerine tırmandıysa da inişi pek kolay olmadı. Kendisine daha çok Pearl Jam konseri izlemesini salık veriyorum. Seyirci çok eğleniyordu, hemen sonrasında sahne alacak Chris Cornell'ı beklemenin heyecanıyla birleşince hayli gaz dolu bir performans oldu benim için.

Chris Cornell
Heyecandan mideme kramplar girmesine sebep olan bir adam bu. Yazarken bile o anki heyecanı hissediyorum. Audioslave dağıldıktan sonra bence kötü bir solo albüm yaptı, yıllardır "abi adamın sesi gitmiş" yorumları yapılıyor, bütün bunları düşünmek beni kaygılandırıyordu. Ama Şafak Ongan'ın gaz verici sunumundan sonra çığlıklar arasında sahneye çıkıp Let Me Drown'u söylemeye başladığında karşımdakinin gerçekten kim olduğunu idrak ettim. Konser boyunca sahnede basmadık yer bırakmadı, sürekli seyircilerle iletişim halindeydi, ummadığım kadar sıcaktı. Hatta birinin "I've been waiting for a decade, please give me your autograph" pankartını alıp imzaladı. Son albüme ağırlık vereceğinden korkuyordum ama aksine dengeli bir setlisti vardı. Konserin en şok edici anı, "Şimdi 1990'da yazdığım bir şarkıyı çalacağız, aslında bunu iki kişi söylüyorduk" dediği andı. Temple Of The Dog çalacağını biliyordum ama şarkının Call Me A Dog olacağını tahmin ediyordum. Eddie Vedder'la söyledikleri Hunger Strike'a ihtimal vermiyordum. Şarkı başladığında gözlerim doldu, Seattle'ın yağmuru kulaklarımızdaydı, evet. Yaklaşık bir yıl önce Atina'da Pearl Jam'i izlerken hissettiklerimden belki daha da yoğundu.
Soundgarden'la başlayan konser yine Soundgarden'la bitti. Chris "Feel the rhythm with your hands" diye bağırdığında kontrolü tamamen kaybettim =) Spoonman'i uzattılar, sahnedeki bütün müzisyenlerin şov yapmasına olanak tanıyan bir şarkı olduğundan, ekibini tanıtma fırsatı da buldu Chris. Hepsi çok iyiydi, bütün şarkıların hakkını verdiler. Billie Jean'i Chris'in tek başına çalması doğru bir seçimdi, çünkü akustik versiyonu albümdeki versiyonundan daha iyi.
Sahneden ayrıldıklarında yorgunluktan bitap düşmüş, terden sırılsıklam olmuş, mutluluktan sarhoştuk. Ve Chris Cornell'ın birkaç yıl içinde Türkiye'ye tekrar geleceğinden emindik; seyircinin tepkisi harikaydı çünkü, kendisi de çok tatmin olmuş görünüyordu. Bağırıp çağırmamıza rağmen bis olmadı, Chris Cornell da kocaman mavi gözleriyle (ehm) hafızamıza çakılı halde kaldı. Bu arada, sesi olduğu yerde duruyor, es kaza bir Limo Wreck söyleseydi ses sistemi infilak edebilirdi.
Son albümden Arms Around Your Love ve Silence The Voices yerine eskilerden Fell On Black Days, Steel Rain, Rusty Cage, Jesus Christ Pose (sağ çıkamazdık oradan) veya Shadow On The Sun isterdim ama kısfmet. Chris, bi daha gel, hep gel!
Setlist: Hunger Strike, Let Me Drown, Black Hole Sun, Spoonman, Outshined, Cochise, Show Me How To Live, Be Yourself, Doesn't Remind Me, No Such Thing, You Know My Name, Billie Jean, Arms Around Your Love, Silence The Voices.

Smashing Pumpkins
Festivalin yorum yapması en sancılı grubu Smashing Pumpkins. O yüzden kelimeleri dikkatle seçmeliyim. O günü hayatımda önemli kılan şey, Chris Cornell ve Smashing Pumpkins'i art arda izleyecek olmamdı. Bunu rüyamda görsem inanmazdım. Evet SP'in son albümlerini beğenmiyorum, kendilerini Siamese Dream - Mellon Collie - Adore üçgeninde yaşıyorum ama bu, hayatımın soundtrack gruplarından biri olmalarını engellemiyor. Festival öncesinde Chris Cornell'dan daha çok heyecan veriyordu SP'in adı.
Kendilerini beklerken yorgunluğumuzla mücadele edip aramızda konuşuyorduk ki birden hafif bir müzik duyuldu, n'oluyor diye sahneye baktığımızda Billy Corgan'ı gördük. Bu şaşırtıcıydı; öncesinde bir sunuş, alkış-çığlık tufanı bekliyordum. Sessizce çıkmışlardı sahneye ve ilk şarkı Zeitgeist kritiğinde iyi bir konser şarkısı olacağını söylediğim United States'ti. Bir gazla başlamıştık, her şey iyi gibiydi. Yanlış hatırlamıyorsam hemen ardından, ya da bir şarkı sonra Today girdi. Burası benim için konserin seyrinin değiştiği yer. Today öyle bir şarkı ki neşeli görünmesine rağmen bende hüzün yapıyor, repeat'e alıp ağladığımı bilirim. Duyduğum şey hızlıca çalınmış, neredeyse geçiştirilmiş bir Today'di. Öyle ki, hiçbir şey hissetmeme imkan vermiyordu. Sahnedeki herkes keyifsiz görünüyordu, yeni basçıya zaten gıcığım. İşte orijinal Smashing Pumpkins'in yarısı oradaydı, Billy Corgan oradaydı ve benim şarkımı çalıyorlardı, ee ben neden mutsuz olmuştum şimdi? Bilmiyorum.
Gerçekten konser boyunca içimdeki burukluk hiç gitmedi. Yeni albümden şarkılar ağırlıktaydı. Ben hep eski şarkılara çok yer vereceklerini ummuştum. Belki de bundandı burukluğum. Belki çok yorgun olmamdandı. Kötü olduklarını söylemiyorum, taş gibi çalıyorlardı, evet Billy Corgan bir dahidir, evet Chamberlain deli gibi çalıyor ama kafamdaki SP ile çakışmadılar. Bu yüzden kafa karıştırıcı bir konser oldu benim için. Onları ilk kez dinliyor olsaydım havalara uçardım, ama şimdiki zamanla geçmişin imgeleri birbirine karıştı benim için. Seyirciden bekledikleri tepkiyi almayınca daha da keyifsizleştiler. Billy Corgan'ın tişört şovu da nedense üzdü beni. Bis de olmadı.
Arkadaş ne çok üzülmüşüm bu konserde, yazınca anladım. Oysa hayalimde Billy Corgan "The world is a vampire" diyordu mikrofona ve sessizce bekliyordu, binlerce insan çığlık çığlığa "sent to drain" diye bağırıyordu.
Neticede, 10 kere daha gelseler, 10 kere daha izlerim, ancak beklentilerim daha farklı olur, acemiliğime ver Billy.
Setlist (eksik olabilir): United States, Tarantula, Doomsday Clock, Bleeding The Orchid, Stand Inside Your Love, Today, Zero, Bullet With Butterfly Wings, Tonight Tonight, Shame, Glass And The Ghost Children, Starz, Heavy Metal Machine, Death From Above...

Manic Street Preachers
İkinci günün beklenen konseri. Tüm yorgunluğumuza rağmen yine sahneye yakın bir yere konuşlandık. Anonsun ardından alkışlarla sahnede göründüler ve James Dean Bradfield'ın verdiği startla You Love Us başladı. James Dean ile Nicky Wire'ın arasında, bir onu bir öbürünü izleyip durdum konser boyunca. "Sahne performansı nasıl olur" konulu bir seminer verdiler zira. Hele Nicky Wire, otrişli mikrofonu, dar beyaz pantalonu ve parlak dudaklarıyla harikaydı. Bacaklarını göremedik ne yazık ki. James Dean, ufak tefek görünmesine rağmen sahnede o kadar güçlü duruyor ki, sesiyle insanı sarsıyor. Ara sıra "Enjoy Franz Ferdinand!" dedikçe bu adamları Franz Ferdinand'ın altına koyan zihniyete sövüp saydık.
"Çok çok çok yakında görüşmek üzere" diyerek A Design For Life'la konseri bitirdiler. Daha güzel bir final şarkısı olamazdı. Dünyanın, hayatımızın saçmalıklarını yüzümüze vurup vurup durdular. The Masses Against The Classes bekliyordum ama olmadı. Sızlanmaya hakkımız yok, harika bir setlistti.
Setlist: You Love Us, Motown Junk, Faster, Ocean Spray, Everything Must Go, If You Tolerate This.., Indian Summer, Motorcycle Emptiness, La Tristesse Durera, You Stole The Sun From My Heart, From Despair To Where, Little Baby Nothing, Stay Beautiful, Autumn Song, Australia, Your Love Alone Is Not Enough, A Design For Life...

ve diğerleri
Franz Ferdinand, Manics'ten sonra çok vasat geldi. Konserin tamamını dinlemeden alandan ayrıldık.
İkinci gün Hayko Cepkin'in kozadan çıkmalı şovu çok iyiydi, zaten her zaman iyi bu adam.
Özlem Tekin'in kostümlü, yaylılara süslü performansı fena değildi, keşke daha az bağırsa.
Pentagram krallar gibi çıktı söyledi, herkes saygıyla eğildi.
Badly Drawn Boy yiyecez-içecez derken yalan oldu. Ayıp oldu.
Bu sene iyi fare yapmış.

Eee, bir Rock'n Coke daha geçti. 2005'le eşdeğer oldu benim için. "Eski tadı yok şekerim/gruplar boktan" diyenler için Murat Kekilli'den gelsin: Seni çılgın, hadi oradan.



devamı...