27 Temmuz 2009

i am peasant


Yazmayalı o kadar çok oldu ki bu yüzden uzun bir ara yazısını bir etkinlik yazısı yerine bu aralar yanımdan ayırmadığım albümler arasında yer alan Peasant ın "on the ground" albümü olması yönünde karar kıldım.Peasant, yirmi bir yaşındaki Damien DeRose un çalışmasının ismi, " on the ground" ise son albümünün ismi oluyor. Geçen yıl şubat ayında Paper Garden Records dan yayınlanan albüm ile Peasant ın müziğini daha çok kitleyle buluşturma şansını bulmuş nitekim myspace sayfasından gördüğüm kadarıyla MTV ye çıkmış. Herneyse böyle şeylere takılmıyoruz ve müziğin kendisinin önemli olduğu noktalara geliyoruz. Peasant ın yaptığı müziği Amerika da sayıca çok fazla örneğini görmek mümkün hatta hemen Peasant ın efsane Elliot Smith e benzetmek kaçınılmaz olabiliyor ama The Acorn ın Hold your Breath şarkısının ardından çalınan bir The Cave Singers şarkısının ardından çalınınca benzerlerinin içinde ne kadar da güzel dinlenildiğini görmek bence Peasant ı ile tanışmak için bir sebep.

Albüm indie folk tadında ve albümdeki şarkılar Peasant ın minimalist dünyasının bir ürünü bunların dışında benim için genel izlenim dinlediğinizde kendinizi albümde benzer ritimler içinde gidip gelirken buluyorsunuz çok yormuyor ama düşündürüyor diye bilirim favori şarkım Not Your Saviour dır ama Fine is Fine, The Wind, Those Days, Raise Today de severek dinlediğim şarkılardır. Son olarak yine folk dinlemeyi seviyorsanız ya da ne bilim yeni bir şeyler dinlemek için hazırım diyorsanız karşılaştığınızda son zamanlarda hakkında güzel kritikler yapılan bu müzisyeni dinlemeden geçmeyin derim.


Not: geçen günlerde peyote de yaptığım dj performansımdan memnun kaldım (yani ben çok zevk aldım) bu yüzden umarım tekrar denersem eğer folk ve folkun içinde olduğu farklı türleri dinlemeyi seviyorsanız geçerken uğramanız mutlu eder.

devamı...

24 Temmuz 2009

kola im park


Yazın en çok konuşulan organizasyonu Rock'n Coke olsa gerek. 2008'i pas geçen festival zaman ve mekan değiştirerek karşımıza çıktı. Temmuz ortasına ve İstanbul Park'a taşınan festivalin ilk gününde oradaydım. Jane's Addiction, NIN ve The Prodigy'yi aynı gün izleyecek olmanın mutluluğuyla yola çıktım.

Yaz sıcağında asfaltta konser izleme fikri korkutucuydu ve 17:30 gibi alana vardığımda, geniş bir üst geçidin altına bayılırcasına uzanmış insanları görünce haksız olmadığımı anladım. Neyse ki güneş etkisini yitirmeye başlamıştı.

Juliette Lewis yeni grubu The New Romantiques ile 18:00'de sahne aldı. İstanbul'daki bu üçüncü konserinde de sıcağa rağmen kalabalığı coşturmak için kendini paraladı ama önceki konserlerinde olduğu kadar karşılık alamadı. Bundan sonraki gruplar ayrı birer başlıkta değerlendirilmeli.

Jane's Addiction
24 yıl önce kurulan grup hayatına aralıklarla da olsa devam ediyor ve hiç yaşlanmışa benzemiyor. Perry Farrell'ı karşımda kırmızı dar kostümü, siyah çizmeleri ve eldivenleriyle görünce Scott Weiland'a bakıyorum sandım. "Sizi filmlerden tanıyoruz. Biliyor musunuz hangi filmden? Siktiredin o filmi, burası çok güzel!" diye başlayan konser boyunca oradan oraya sıçrayıp durdu ve seyirciye hep yakın oldu. 50 yaşında, tükenmeyen kırmızı bir enerji bombası. Bir seyircilerin burnunun dibinde, bir amfilerin üstünde, bir yerde, bir havaya zıplıyor.

Dikkatimin yöneldiği diğer kişi ise tabii Dave Navarro'ydu. Küçükken dergilerden fotoğraflarını kestiğim bir insanı sahnede izlemek güzel his. Dolce&Gabbana gözlüklerinden şapkasına dek görünüşü üzerinde fazlaca uğraştığı, kendisine çok aşık olduğu, bir ürün olarak "rock star"ı belgelediği aşikar olsa da, harika bir gitarist olduğu tartışılmaz. Her şarkıda sololarıyla şov yaptı, kendisine tezahürat yapan seyirciyi selamladı. Biste sahnenin kenarına oturup ayaklarını aşağı sallandırarak çaldı akustik gitarını. Bir de sürekli kesiştiği bir kızı sahne önüne çağırıp uzun uzun öptü, bu da magazin haberi. (Dream TV muhabiriymiş o)

Seyirci katılımı iyiydi, çokça bağırılan "Just Because" çalınmasa da bizi fazlasıyla memnun edecek bir performans izledik. Gündüz gruplarında gördüğüm ilk bisi de gerçekleştirdiler, hatta ikincisini bile bekledik. NIN/JA'nın JA'sı harikaydı. Kimbilir NIN'i nasıldı.

Duman yine alanı doldurdu, herkes şarkılara eşlik etti. Mini Billie Jean coverıyla Michael Jackson anıldı. Standart bir konser Kaan'ın "Sizi seviyoruz, falan filan" cümlesiyle bitti. Saflar Nine Inch Nails için sıklaşmaya başladı.

Nine Inch Nails
Trent Reznor ve ekibi dumanlar içinden çıkıp bir solukta 4-5 şarkı çaldı. Ne olduğunu anlayamadan kendimi gümbür gümbür bir müzikle sarılmış (ve sarsılmış) buldum. Hiç yavaşlamadan, aksine şiddetlenerek devam eden, Trent Reznor'un mikrofon ayağını sağa sola fırlattığı, klavyeyi devirdiği, mikrofonu şarkıyı devam ettirsinler diye seyircilerin arasına attığı ama tek kelime konuşmadığı, vahşi bir performans.

Hayatımda izlediğim en sert konser ve o kadar iyi ki. Türkiye için tarihi bir konser olduğu hissi içindeyim, iyi ki buradayım diye düşünüyorum, bu görülmesi gereken bir şeydi. Closer veya Only çalınmaması, kendisini burada bir daha izleme ihtimalimiz zayıf olduğundan önemli. Yine de çocukluğumda dergilerde yırtık pırtık giysiler içinde sahnede süründüğü fotoğraflarını görüp "Ne manyak tip bu ya" dediğim adamı görmüş olmak güzel. Henry Rollins'le yarışacak kadar kas yapmış. Bir Hulk olmuş adeta.

Etrafımda şarkıları söyleyen, hayli mutlu insanlar var. Festivalin güzelliği de bu zaten. Müzikle mutlu olmak. NIN tek bis yapıyor ve teşekkür edip sahneden ayrılıyor. Rock'n Coke'un şimdiye kadarki en iyi konserini vermiş olarak.
Fakat bu birincilik uzun sürmüyor çünkü sırada The Prodigy var.

Setlist: Somewhat Damaged, Terrible Lie, 1.000.000, Discipline, March Of The Pigs, Piggy, The Becoming, Burn, Gave Up, The Fragile, The Way Out Is Through, Wish, Survivalism, Suck (Pigface cover), The Day The World Went Away, Hurt, The Hand That Feeds, Head Like A Hole.

The Prodigy
Gelelim festivalin en çok konuşulan konserine. Önceki iki konserlerine gidememiş olmanın verdiği gaz ve yeni albüm Invaders Must Die'ın The Fat Of The Land'e yakınlığıyla zaten adamlar sahneye çıkmadan coşmuştum. NIN'in yorgunluğuna rağmen yerimde duramıyordum.

Alet edevat sahneye geldi, Liam Howlett'ın Take Me To The Hospital yazılı laptopu vs. Çakıp duran strobe ışıklarıyla sahne aldıklarında, alandaki herkes gibi ben de kontrolsüzce zıplamaya başladım. Keith ve Maxim bir an bile durmadılar, oradan oraya koşturdular, seyircilerin arasına indiler, karşılıklı hopladılar. Bir teki çığlık attı bir öbürü. Beyaz göz makyajıyla Maxim konser boyunca "All my people, all my fuckin' Turkish people, all my Prodigy people" diyerek kah "şurada daire yapın pogo yapın" buyurdu, kah Smack My Bitch Up'ta hepimizi yere çömeltip havalara sıçrattı. İtaat ettik kendisine çünkü Voodoo'suyla bedenlerimizi ele geçirmişti.

Keith ise terden aydinger kağıdına dönmüş, dövmelerini gösteren atletiyle kameralara deli bakışlar atarak tazmanya canavarı gibi tepinip durdu. Seyirciyi ateşledikçe ateşledi. Liam elektronik aygıtlarla çevrili tahtından halkına bakıyordu. Kendini tamamen kaybetmiş, deli gibi dans eden bir kalabalığın içinde olmak harikaydı. Aynı anda zıplayan on binlerce insan, festivalin nabız atışlarıydı. Prodigy bana öyle bir enerji verdi ki, ancak ertesi günün akşamında yorgunluğuma yenilip dinlendim.

Festival programına göre yarım saat erken bitirdiler ama şikayet edecek değilim, insanüstü bir performans gösterdiler. O gazı almışken sabaha kadar kalsalar yine durmadan dans ederdim, belki gerçekten hastaneye götürülmem gerekirdi. Uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim, içtenlikle teşekkür ederim onlara.

Setlist: World's On Fire, Breathe, Omen, Their Law, Poison, Firestarter, Invaders Must Die, Warrior's Dance, Voodoo People, Diesel Power, Smack My Bitch Up, Run With The Wolves, Take Me To The Hospital, Out Of Space (karışık).

Festival mekanıyla ilgili çok fazla şey söyleyemem çünkü bir tam gün bile geçirmedim. Tuvaletlermiş bira sırasıymış eleştirilecek şeyler değil. Yiyecek standları azalmış gibi geldi, yanılıyor olabilirim. Meyve satılmasını öneririm, o sıcakta bünyeye çok gerekli. Kamp alanıyla sahne arası çok uzak, bu iyi değil çünkü geçen yıllarda çadırda vakit geçirirken sahnenin sesini duyabiliyor, ve tanımadığımız bir grubu beğenip oraya doğru koşabiliyorduk. Güvenlikten hiç bu kadar rahat geçmemiştim, üzerimi bile aramadılar.

Benim için en olumsuz şey gece 3'te eve dönmeye çalışırken Bostancı servisi diye kaldırdıkları aracın bizi E-5'te, Bostancı Köprüsü'nde bırakmasıydı. İnsanların o saatte oradan evlerine taksiye binmeden gitmeleri olanaksız. Ki zaten servise 12 lira ödemişiz. Benim gibi bir çok insan Bostancı servisi deyince sahilyolu veya minibüs yolunda ineceğini düşünmüştü. Bir de oradan taksiye binmek zorunda kaldık.

Bitirmeden Prodigy konserinin sonunda civara çöken sisi de anmak isterim. Göz gözü görmez halde kafada Smack My Bitch Up ve istemsizce seğiren kaslarla tünelden geçip servislere ilerlemek. Adeta ölülerin şafağı.

devamı...

07 Temmuz 2009

balkan soundz festival (+video)


"Balkan sound" hayatımıza ne zaman girdi, ne zaman bu kadar popüler oldu da adına festival düzenlenir hale geldi diye düşündüm yazıya başlamadan önce. Aklıma ilk gelenler Goran Bregoviç'in her yaz Harbiye Açıkhava'da verdiği konserler, konser boyunca perdede dönen Çingeneler Zamanı, televizyonda yayınlanan aynı film, Sezen Aksu'nun Goran Bregoviç şarkılarını Türkçe söylediği Düğün ve Cenaze albümü, aynı bestelerin 90'larda pop şarkıcıları tarafından kullanılması oldu. Bu şekilde halihazırda aşina olduğumuz balkan müziği ana akımın içinde kendine yer buluyor. Çingene kültürü zaten 80'lerde Gırgıriye'yle popülerlik kazanmış.

Sene 2009 olduğunda çocukluğunu bu bahsettiklerimi izleyerek/dinleyerek geçirmiş nesil yirmili yaşlarının ortalarında. Çingene hayatı ve balkanlar yine tv'de, bir de Gogol Bordello diye bir grup patlamış, o kadar popüler ki Madonna'yla takılıyorlar, Gypsy-punk diye bir kavram dolanıyor ortada. Hıdrellez şenlikleri dolup taşıyor. Bir pazar oluşmuş durumda yani. Dolayısıyla "Balkan Soundz" diye bir festival için şartlar olgun.

Küçükçiftlik Lunaparkı güzel bir konser mekanı olmuş. Hem yeterince büyük, hem alet edevatla eğlenmek mümkün. Akşama doğru alanda olduğum için Kolektif İstanbul ve Selim Sesler'i izleyemedim, !DelaDap'a yetiştim. Çek, Sırp, Boşnak ve Rus müzisyenlerden oluşan grup, yaptığı müziği "Şehir Çingene Sound'u" olarak adlandırıyor. Çingene ritimlerine cıptıs katıyorlar. İki çingene kadın solistleri var. Zaten göbek atmaya yeminli olan kalabalığı bayağı eğlendirdiler.

Orada olmamın asıl sebebi Firewater, dünya müziklerinden etkilenen bir rock grubu. Solist Tod A son birkaç yılı ülke ülke dolaşıp yerel müzisyenlerle kayıtlar yaparak geçiren bir seyyah. Türk bir sevgilisi var ve Radyo Eksen tayfasıyla bayağı sıkı fıkı. Grup İstanbul'daki ilk konserini geçen yıl Babylon'da vermişti. O zaman seyircinin yeteri kadar ateşleyici olmadığını düşünmüştüm. Bu defa daha kalabalık ve hevesli bir seyirciye çaldılar. Doğal olarak daha iyi bir konser oldu. Setlist yine son albüm ağırlıklıydı ama sahnede o kadar güzellerdi ki şikayet etmek içimden gelmiyor. En azından '96 tarihli ilk albümlerinden Some Strange Reaction'ı dinleyebildik. Tod A hala doğru düzgün Türkçe konuşamadığını ama bir cümleyi iyi bildiğini söyledi: "Bir berber bir berbere gel beraber... I fucked this up too." Oynak ska ritimleri dhol'le birleşince göbek dansları hız kesmeden devam etti. Çek gitarist, dholcü abi ve adını hatırlamadığım tromboncu kadın özellikle başarılıydı.

Gecenin son grubu Boban Markovic Orkestar, "Balkan" kelimesinin tam karşılığıydı ve saatlerdir bitmemesine şaştığım bir enerjiyle dans eden insanları iyice yorarak geceye noktayı koydu. Tod A de kenarda sevgilisiyle dans edip halay çekiyordu.

Gece boyunca herhangi bir tatsızlık olmadı, alan tıklım tıklım değildi, herkesin dans etmesine yetecek yer vardı. Köfte standının ara sıra ortalığı kaplayan dumanı Haliç kıyısında piknik atmosferi yaratsa da toplamda düzgün bir organizasyondu benim için. Seneye ikincisi de olsa keşke. Fotoğraf makinemin elverdiği kadarıyla çekebildiğim videoları da iliştiriyorum.



devamı...

02 Temmuz 2009

para dedin pul dedin


90'ların sonunda bir ortaokul öğrencisi televizyonda, caddebostan sahilde çekilmiş bir klip izler ve olaylar gelişir. Üzerinden yıllar geçer ve gencimiz 23 mayıs 2009 akşamı kendini Beyoğlu'nda Ghetto isimli bir mekanda bulur. İşte budur, az çok o geceki kesmeşeker konserinin evveliyatı bendeniz için.

90'ları seven herkes gibi ben de, o gün üzerimde bir Kadıköy sevgisi, bir çeşit kendime özgü nostaljiyle gelmiştim mekana. Hiç düşünmeden verilen 20 lira sonucunda girdim içeriye. Mekan havasız, sahne alçak, yerler ise halı kaplıydı. Otel lobilerine alışık olmayan bünye şaşırıyor pek tabii olarak. Boş sahneye bakarken, bir anda seyircilerin arasından Cenk Taner önderliğinde gitarda Kaan Altan, bassta Mehmet Şenol Şişli, davulda ise Emre Sarıtunalılar'ı gördüm.

Sevineceğim yerde içimde anlamsız bir burukluk oluştu. Bu anlamsızlığa konserin sonlarına doğru bir anlam yükleyebildim. Her neyse, tek sorumlu'yla açılan konser aşk ve para'yla, en sevdiğim acıların kralı'yla devam ediyor ve tabir-i caizse beni kendimden geçiriyordu. Bir ara ise, Cenk Taner'in saz arkadaşları, abimizi sahnede yalnız bırakıyor ve solo bir performans izleyenleri büyülüyordu. Bu esnada, buradan uzaklara gitmek isteyenler, başlarını sadece aşk için eğenler ve güneşin hiç batmadığına inanlar ordusu astral ziyaretler yaparken, bendeniz de bir hayli yorulmuştum. Köşede koltuklarda otururken çalan İstanbul İstanbul ile "yuh artık bu da çalınmaz ki" gibi tepkiler, mekanın rabarbasını oluştururken hafiften gitmeye hazırlanıyordum ki, sanki bu kararımı farkeden Cenk Taner, bana nazire yaparcasına yine, ne gaz, ne de odun alacak parasının olmadığından bahsediyordu. Bu son darbeyle enerjiyi tüketen bendeniz mekandan ayrılıyordum ki, oradaki izleyicilere bakakaldım. Benim konserin başında hissettiğim burukluk sanki onlarda da vardı. Neredeydi bunca yıldır Kadıköy'ün efsanesi? Neredeydi kaptan? Yoksa buraları terk mi etmişti? Yoksa müzik şu son 10 senede çok değişmiş de Kadıköy Sound'u tarihe mi gömmüştü? Konser başındaki anlamsız sıkıntımın sebebini de anladıktan sonra tekrar Kadıköy sınırlarına dönmek için çıktım mekandan. Eve dönerken, aklımda canımı sıkan başka şeyler de vardı ama, ömürlük bir konser izlemenin saçma gururu da fena halde göğsümü kabartmıyor değildi.

Not:Beni süvetere alan ve benden yazı yazmamı isteyen kitsch insect ve manyetikbant'a saygılar sunar aranızdan ayrılırım.

devamı...