30 Mart 2011

Unkle (26.03.11/Refresh The Venue)


Bu yılın gözlerimi yuvalarından uğratan haberlerinden biriydi Avea Escape to Music kapsamındaki Unkle konseri. İstanbul’da izleyeceğimizi tahmin etmediğim bir isim. Kasedini dinleye dinleye yıprattığım Psyence Fiction’dan bir şeyler duyacak olmak çok heyecan vericiydi. O heyecanla her zaman olduğu gibi mekanda 10-15 kişi varken kapıya dayandım.

Yer kapma gibi bir sorun olmadığını görünce kendimi dışarıda köfte-ekmeğe verdim. Grup gecikmeyle sahne aldı, öğrendiğimiz kadarıyla sebebi ekipmanın bir kısmının buraya geç ulaşmasıymış. Bekleyiş süresince kalabalığı konsere hazırlayan parçalar iyi seçilmişti, sabırsızlığımızı kontrol altında tuttu.

Abiler alkış-çığlık içinde sahneye çıktı. Son gelen siyah güneş gözlükleriyle James Lavelle’di. Parçalar birbiri ardına akarken grupla seyirci arasında bir konuşma olmadı. Sadece Gavin Clark vokal yaptığı şarkılardan sonra teşekkür ediyordu. Şarkı söylemediği zamanlardaysa sahnenin kenarında, eli cebinde, ağzında sigarasıyla grubu izliyordu. Çok sevimli bir adam diye düşündüm onu izlerken. Mobil olmaları nedeniyle James Griffith ve Joel Cadbury ile daha içli dışlıydık. Bay Lavelle vokal yaptığı şarkılardan birinin sonunda “Nihayet İstanbul’a gelebildik” tarzı bir şeyler söyledi. Biste de çok “motherfucking” harika bir seyirci olduğumuzu yineledi ki bence o kadar “motherfucker” bir halimiz yoktu. Ön sıralar şarkıları bir ağızdan söylüyordu ama döne döne hoplayıp zıplarken gördüğüm kadarıyla insanlar gayet sakindi. Neredeyse enerjisiz diyeceğim. James Lavelle de bana konserin sonlarına doğru açılmış gibi geldi.

Gavin Clark’ın leziz vokali dışında Josh Homme, Ian Brown ve Nick Cave’i ekranda görmek harikaydı. Gözlerimi kapayıp gerçekten 3 metre ötemde olduklarını hayal ettim. Bu arada Nick Cave’le yaptıkları Money and Run tam bir konser parçası olmuş, fena dans ettiriyor. Zaten dev ekranda Nick Cave kollarını açmış dönedururken insana bir enerji doluyor. Mis gibi görüntüler, ışıklar ve çokça gürültü içinde harala gürele geçti konser. Kişisel zirvelerim Money and Run, Restless, Reign ve (hele hele) Lonely Soul’du. Lonely Soul'un herkes tarafından hasretle beklendiği çok açıktı. Psyence Fiction’dan Nursery Rhyme, Bloodstain ve Be There dinleme hayalim hayal olarak kaldı. Bari azıcık Unreal duysaydık. Her neyse.

Tek bis yaptılar, In A State’le tadı damağımızda kalacak şekilde yükselerek bitirdiler konseri. Herkes vestiyere abanmasaydı, biraz daha alkışlasaydık 2. bis olabilirdi belki. Işıklar açılıp müzik başladığında dans etmeyi özlediğimi anladım. Yorgun olmama rağmen hala kıpır kıpırdım, iyi konser insana böyle bir kuvvet veriyor.

Setlistte eksikler var: Chemistry, Restless, Keys To The Kingdom, Burn My Shadow, Reign, Money and Run, Follow Me Down, The Runaway, Lonely Soul, Eye For An Eye, Heaven, In A State.

Not: Bu güzel satırlarda bahsetmek istemediğim fakat konser boyunca bizi çok sıkıntıya sokan bir konuyu radioheadbanger şu entry’sinde dile getirmiş. Ne yiyorsunuz arkadaşım konserden önce? Lütfen ya.

devamı...

09 Şubat 2011

Isobel Campbell & Mark Lanegan (05.02.11/İKSV Salon)


Uyuşukluğa daha fazla teslim olmadan yazmalıyım. Hala her şey kafamda canlıyken. Mekana 22:00’ye doğru gittiğimizde ortalık tenha sayılırdı ama vestiyere üstümüzü başımızı bırakıp salona girdiğimiz anda akın etti insanlar. Arkama bir baktım, her yer dolmuş. Biletix gişesinde duyduğuma göre bilet bitmişti. Sahnenin dibinde tam kadro yerimizi aldık. Konser başlamadan 13melek’le laflama fırsatımız da oldu. Onu heyecanlandıran Isobel’di, beni Mark.

Önce gitarist abiler, sonra da Isobel ve Mark çıktı sahneye. İlk birkaç şarkıda teknik sorunlar yaşandı. Isobel “Bunlar soundcheck’te olmuyordu” diyerek özür diledi. İlk şarkılar sonrasında salonda tam sessizlik sağlandı ve onlar da ortama ısındı. Isobel daha konuşkan oldu, Mark Lanegan ise hayret uyandıracak kadar çok gülümsedi. Paris konserlerinden çok daha mutlu görünüyordu. Özellikle Isobel Campbell’ın ıslık çaldığı şarkılarda pek eğlendi.

Konserin ortalarında Mark sahneden ayrıldı, Isobel Black Mountain ve Saturday’s Gone’ı seslendirdi, huzur veren sesiyle salonu hipnotize etti. Bir ara sessiz olduğumuz için teşekkür etti. Hangisi olduğunu hatırlamıyorum ama bir şarkıyı ilk defa konserde çaldıklarını söyledi. Çello çalarken hata yapmasının üzerine ise yeni grubuyla ilk konseri olduğunu ve fena jetlag olduğunu ekledi. Mark bu arada yine eğleniyordu. Isobel Campbell için gelenler, Mark Lanegan için gelen grunger arkadaşlar ve ikisini bir arada tanımış dinleyiciler, herkes huşu içinde izledi konseri.

Alkış kıyamet bise çağırıldılar. Wedding Dress gelmedi. Konserin sonunda adını hatırlamadığım Seattle’lı gitarist fotoğrafımızı çekti. Etkilenmiş ve mutlu görünüyordu. Benim için gecenin en şaşırtıcı anı Mark Lanegan’ın albümlerini imzalamak için fuayede olacağını duymamdı. Lanegan’ı karşımda görmek o kadar güzeldi ki, oradaki onlarca insan gibi ben de içimdeki Reha Erus’a yenilerek “Bi fotoğraf çekinebilir miyiz?” cümlesini kurdum çekinerek (müzisyenlerle çektirdiğim her fotoğraf gibi bunda da mal gibi çıktığım için paylaşmayacağım). Biletimi çiziktiriverdi. “Thank you”ma gülümseyerek cevap verdi. Öyle sırıtarak ayrıldım Salon’dan. Hala dinlerken aklıma geliyor, Mark Lanegan’la yan yana durdum ya, Layne Staley’le de yan yana durmuş sayılırım, diyorum. Salon’dan çıkarkenki gibi sırıtıyorum.

Hatırladığım kadarıyla setlist (karışık): Seafaring Song, Snake Song, Eyes Of Green, Revolver, Black Mountain, Saturday’s Gone, You Won’t Let Me Down Again, Ramblin’ Man, Salvation, Who Built The Road, Come On Over (Turn Me On), Something To Believe, Trouble, The Circus Is Leaving Town, Honey Child What Can I Do, Sally Don’t You Cry, (Do You Wanna) Come Walk With Me, Time Of The Season, We Die And See Beauty Reign, Keep Me In Mind Sweetheart.

Not: Bisin ortasında Isobel’in şaşkın bakışları eşliğinde sahne önündeki setlisti söküp giden bereli arkadaş, güzel hareketti.

devamı...

26 Ocak 2011

Foreign Born


Yeni sesler duymak istiyorum bir süredir. Foreign Born'la da bu arayış içinde göz göze geldik. İsimleri çok hoşuma gitti. Belki hayatım boyunca "Türk müsün, nerelisin?" sorusuyla karşılaştığım için. Tanışmamız çok yeni. Şu anda 2009 tarihli Person to Person albümlerini beşinci defa dinliyorum ve şarkıların çoğu bende yer etti.

2003 yazında San Francisco'da kurulan grup, kısa süre içinde üye değişiklikleri yaşamış ve Los Angeles'a taşınmış. Şu anki kadroları gitarda Lewis Pesacov, basta Ariel Rechtshaid, vokal ve gitarda Matt Popieluch ile davulda Garrett Ray'den oluşuyor. İlk EP'leri In The Remote Woods'u Startime International Records'dan çıkarmışlar. İlk albümleri On The Wing Now'un (2005) kaydı yanında satışını da üstlenmişler. Albüm 2007'de Dim Mak Records tarafından yeniden basılmış. Grup şimdi Person to Person'ı çıkardıkları Secretly Canadian çatısı altında.

Şarkılarını Matt'in evinde, kendi imkanlarıyla kaydediyorlar. Çok enstrümanlı, neşeli bir müzikleri var. Çıngırtılı, tangırtılı, hışırtılı ve bazen de alkışlı şarkıları. Bol vurmalı, arada nefesliler. Indie rock / folk rock sularında. ABD'yi defalarca turlamışlar. Albüm için para biriktirdiklerinden, arkadaşlarının bitkisel yağla çalışan minibüsünü ödünç almışlar. Restoranların depolarından yağ çalarak yakıt sağlıyorlarmış. Şimdiki iş hayatlarına baktığımızda, Ariel ve Lewis prodüktörlük ve ses mühendisliği yapıyor. Matt, Coldwater Kanyonu Parkı'nda görevli. Garrett ise ufak tefek icatlarıyla ilgileniyor. Matt ayrıca 1999'dan beri Big Search adıyla solo çalışmalar yayımlıyor.

Bir röportajda yöneltilen "anlamlı müzik sizce nedir?" sorusuna şöyle cevap veriyor solist Matt Popieluch: "Anlamlı müzik aşkın müziktir. Dinlerken nasıl yapıldığını düşünmediğin müziktir. Seni, kendinin üzerine çıkarır." Foreign Born'un benim için bir anlamı oldu. Hastalıktan fiziksel olarak iyileşip, ruhen hala ayılamadığım bir zamanda koltuğumda dingildememi ve dışarı çıkmak istememi sağladı. Denedim, %100 çalışıyor.

Person to Person'ın açılış parçası ve favori parçamı sunuyorum tadımlık. Afiyet olsun.


Blood Oranges
It Grew On You

devamı...