12 Kasım 2006

juliette and the licks - four on the floor


Amerikan sinemasının en nev-i şahsına münhasır kadınlarından biri Juliette Lewis. “Arıza” sıfatının sözlükteki karşılığı olabilecek rollerin kadını. Mallory Knox, Faith Justin ve Adele Corners’ı hatırlayalım. Ama konumuz Juliette’in oyunculuğu değil. çocukluğundan beri müzikle haşır neşir olan Juliette ve grubu The Licks, ikinci albümleri Four On The Floor’la yeri göğü inletiyor.
Juliette Lewis, birkaç yıl önce müzik çalışmalarına ağırlık verebilmek için sinemadan bir süre uzak duracağını açıklamıştı. 2004’te Turbonegro, Social Distortion ve Courtney Love gibi isimlerin altında çalan Juliette and The Licks, aynı yıl ilk albümleri “You’re Speaking My Language”i yayımladı. J&TL’in tam bir konser grubu olması şaşırtıcı değildi çünkü Juliette Lewis’in nasıl bir frontwoman olacağı daha Strange Days’teki “Hardly Wait” performansından belliydi.
Grup, basta Jason Womack, gitarda Todd Morse ve Kemble Walters ve davulda Ed Davis’ten oluşuyor. 2005’teki konserlerden sonra grubun davulcusunun ayrılması üzerine, albüm kayıtlarında gruba Dave Grohl eşlik etmiş. Grohl’la sahneye çıkmak, Juliette Lewis’in en büyük hayallerinden biriymiş.
Gelelim yeni albüm “Four On The Floor”a. 2 Ekim’de yayımlanan albümün ilk single’ı Hot Kiss. Juliette’in pembe çoraplarıyla kendini sokağa atıp millete sarktığı bir videosu var. Albüm genelinde bir punk-rock havası var. Güçlü gitar riffleri, insanın kafasına vuran davullar ve baslar. Juliette’in sesi, sıklıkla karşılaştırıldığı Courtney Love’ınki gibi insanı rahatsız etmiyor. Hatta onun sesinden daha güçlü. Söz yazarlığı konusunda da bir problemi yok Juliette’in. Sözlerde doğal olarak kadınların bakış açısı var. Albümdeki genel tema, kadın-erkek ilişkileri. Sözler ateşli bir kadının ağzından dökülüyor. Arıza adamlara karşı marazi bir düşkünlük de göze çarpıyor şarkılarda. Ama bu düşkünlük ve seksi tavır hiçbir zaman kadının edilgen olması anlamına gelmiyor. The Licks şarkılarındaki kadın çekici, aşkı arıyor ama bir o kadar da güçlü. “Sahip olduğun silah (bunu organ olarak da alabiliriz) seni erkek yapmaz” diyor. O, bir rock’n’roll grubuyla yollara vuran, düştüğü zaman kalkmasını bilen, bastırılamayan bir özgüven bombası. Daha açık olmak gerekirse takdir edilmek için kalçalarını kullanan Pussycat Dolls (aman tanrım) tipi bir kadın değil, kadınlığını ondan zevk alarak istediği gibi yaşayan Janis Joplin benzeri bir kadın. Albümün tanıtım fotoğraflarında Juliette Lewis’in amazon kadınları gibi ok-yay kuşanması boşuna değil. Şu kadın kimliğini de Juliette’in kendi sözleriyle noktalayalım:

“Kadın dediğin arzulanabilir olacak, göze hitap edecek, önceden tahmin edilebilir ve güvenli olacak. Bu yüzden müziğim benim için çok önemli. Müziğim, bu düşüncenin antitezi.”

Albüm paldır küldür başlıyor ve tempo hiç düşmüyor. Son zamanlarda dinlediğim, enerjiyi tüm şarkılara yayabilmiş sayılı albümlerden. Hot Kiss dışındaki favorilerim Bullshit King, Killer ve Sticky Honey. Rock sahnesinde rüştünü ispatlayan Juliette and The Licks, 28 Kasım Salı akşamı Yeni Melek'i sallayacak. Canlı performanslarıyla meşhur bu güzel insanları görmek için orada olun derim.

devamı...

25 Ekim 2006

ANIMAL collective


Avey Tare(David Portner), Panda Bear(Noah Lennox), Deakin(Josh Dibb), Geologist(Brian Weitz) kullağa garip gelse de grup elemanlarının isimleri böyle.Animal Collective NY'lu deneysel müzik yapan bir grup.Grup elemanları bir çok grubun biraraya gelme hikayesine "okul-çocukluk- arkadaşlığının bir grup kurmaya dönüşmesi" sahipler.Baltimore-Maryland 'li grup elemanları grubu kurduktan sonra albümleri yayımlamak için bir de Paw Tracks adında plak şirketi kurarlar.Kullandıkları isimler onları delilik adlandırmasına taşısa da "hey aslında farklı bir seyler yapabiliriz" e getiriyor onları bence.Müzikleri ilk dinlediğimde beni heyecanlandırmıştı.Folksever özelliğime Animal Collective ile birlikte Psych-folk/experimental-sever de girdi.Müzikleri günün sonunu rahat ve huzurlu bitirmek isyenler için olmayabilir ama yolda yürürken birden yoldan sapmanızı sağlıyacak türden olabilir.Belki bir az da "kaos" müziği bile diyebilirsiniz.
Aslında her ne kadar haklarında bir seyler yazmaya calışsam da dinlemek onları anlmanız için yapabileceğini en iyi şey.Grup album trafiğine önce Spirit They're Gone, Spirit They've Vanished ile başlar.Daha sonra Danse Manatee (2001, Catsup Plate),
Hollinndagain (2002, St. Ives), Campfire Songs (2003, Catsup Plate), Here Comes the Indian (2003, Paw Tracks),Sung Tongs (2004,Fat Cat)ile devam eder.Son olarak ise Feels (2005, Fat Cat)çıktıkları yolculuk olmuştur.
Sırada en sevdiğim kısım grup elemanlrının isimlerinin anlamları :
Avey Tare: David Portner olan ismini bölüp parçalar ve birleştirir.Davey in D'sini atar.Tare ise "tear" fiiline bir gönderme gibidir.
Panda Bear:Çocukken yaptığı 4 parçalık kasetinin üzerine yaptığı resimden geliyor.
Geologist:Biyoloji okumasına rağmen live gösterilerinde kullandığı "headlamp" sayesinde izleyiceleri onu bir "geologist" olarak görüyormuş.
Deakin:Avey Tare yazdığı romantik dönem edebiyat eserlerine benzeyen mektuplarını Conrad Deacon olarak imzalamsından geliyor.
Young Prayer şarkısının sözleriyle yazıma son onların imzasıyla son veriyorum.
a wall in my mind
and in the home, my love
will be my safe
and this will be the same
must the world let go of you
you're mine
you're mine
yourself
you're somewhere
young cries
this is how we'll speak to you
this is how you'll know me.

devamı...

15 Eylül 2006

yazın neler yaptığınızı kompozisyon şeklinde yazınız


Uzun zamandır yazmamanın da verdiği hamlıkla (gerçi sık sık yazınca da pek etkili olmuyor), saçma sapan bir yaz değerlendirmesi olacak gibi geliyor. Yazın pek değil, hiç bir şey yapmadığımdan, anlatabileceklerim sadece konser izlenimlerim. Gerçi onlar da bayağı yer kaplayacak.

10 haziran 2006 Morrissey konseri
Değişik duyguları bir arada yaşadığımız konser oldu bu. Bir yandan Morrissey'i gördüğümüze inanamazken, diğer yandan kendisinin ilk İstanbul konseri olmasına rağmen, son albümü Ringleader of The Tormentors'a ağırlık vermesine bozulduk. İstanbul seyircisine kıyak geçileceğini düşünmüştük hepimiz. Ama setlist Avrupa turnesinin diğer ayaklarından pek farklı olmadı.
Ön grup Mor ve Ötesi'nin sahneden inmesine yakın Parkorman'a vardık. Parkorman'ı ilk kez bu kadar kalabalık gördüm (yıllardır giderim peh peh). Hafif itiş kakışla sahneyi adam gibi görebileceğimiz bir yere konuşlandık. Morrissey kahverengi pantalon ve gömleğiyle sahneye çıktı ve bütün yaz geyiği yapılan şu üç kelimeyi söyledi: "Merhaba.. Zeki Müren.. Morrissey.." Gayet anlamlıydı. Kalabalık bu selamlaşmadan sonra tereyağı kıvamına gelmişti ki kendimizi "Panic on the streets of London, panic on the streets of Birmingham" diye bağırıp zıplarken bulduk.
Bütün konser "Morrissey'i izliyoruz, Morrissey!" diye birbirimizi dürterek geçti. Hava çok güzeldi ve dolunay vardı. Çok önde olmamamıza rağmen saneyi görmekte zorlanmadık. Tormentors'ın en etkileyici parçaları I Will See You In Far Off Places, Morrissey'in jestleriyle To Me You Are A Work Of Art, melankolik atmosferiyle Life Is A Pigsty ve You Have Killed Me oldu. The Smiths döneminden Panic, Girlfriend In A Coma ve dünyanın en iç acıtıcı şarkıları sıralamasında üst sıralarda olması muhtemel How Soon Is Now'u da beyinlerimize kazıdık. En güçlü eşlik edilen şarkı tahmin edilebileceği gibi Let Me Kiss You oldu. Ayrıca First of the Gang to Die, Irish Blood English Heart'ı da dinleme fırsatı bulduk.
Konser bir buçuk saatten az sürdü. Çok isteyip de dinleyemediğimiz There Is A Light That Never Goes Out, I Have Forgiven Jesus, The World Is Full Of Crashing Bores ve özel isteğim Jack The Ripper içimizde ukte olarak kaldı. Aslında bir Hand In Glove, bir Sheila Take A Bow da isterdik. Konserde bağırarak şarkı isteme huyumuzu bu sefer dizginlemek zorunda kaldık, çünkü insanın There Is A Light That Never Goes Out diye bağırması zor.
Kısacık bir bis yaptılar. İnsanlar beni "Hadi artık gidelim aaa" diye çekiştirip götürene kadar orada durup sahneye baktım, belki dönerler diye. Hayatımda izlediğim en iyi 5 performans arasındaydı. Konserden sonra uzunca bir süre sadece Morrissey dinledim. İstanbul'un gördüğü en iyi konserlerdendi. Ama geçti gitti tabii.
Konser ekibi Musa ve Müge'ye teşekkürler.

20 haziran 2006 Roger Waters konseri
Bu yazın kapıda bekleme ritüeli yaşanan ilk konseriydi. Kuruçeşme Arena'nın önündeki kaldırımlarda saatlerce oturduk. Hep yapmak istediğimiz, kapılar açılınca sahneye doğru koşma aktivitesini gerçekleştirdik. Vip bölümünün demirleriyle haşır neşir olduk. Konserden önce, sahne önündeki kameramanların, öpüşen çiftlerin görüntülerini sahnenin iki yanındaki ekranlarda dondurmasından rahatsız olduk. Çok önemli Vip konuklarının da gelmesiyle paparazzi ruhunun doruğa çıktığı anlar yaşadık.
Konser iki bölümden oluşuyordu. İlk bölümde Pink Floyd’un Dark Side of The Moon’u baştan sona çalındı. İkinci bölümde Pink Floyd’un her biri efsane olan diğer şarkılarını dinledik. Görülmesi, duyulması gereken anlardı. Elim çok fazla bir şey yazmaya varmıyor.
Roger Waters ve ona eşlik eden müzisyenlerin yanı sıra, görsellik de çok başarılıydı. Sahnedeki dev ekran ve ışık oyunları büyüleyiciydi. Bence konserin en etkileyici yanı birkaç neslin bir arada olması, aileler ve çocuklarının aynı şarkıları söylemesiydi.
Konser ekibi Musa, Fatma, Sinem, Ceylan, annem ve babama teşekkürler.

12 temmuz 2006 Guns n Roses konseri
Etrafımdaki Guns hayranları üzerinde “Çocuğumu keserim” benzeri bir etki yapan, nedense beni çok fazla heyecanlandırmayan bir konser oldu bu. Yine Arena’nın kapısında saatlerce bekledik. Ama bu kez daha az kişiyle ve daha düşük beklentilerle. Bir şekilde (yaparız biz) sahne önündeki yerimizi aldık. Beklemeye başladık ama bir yandan da Axl’ın huyunu bildiğimiz için evimize kaçta dönebileceğimizi merak ediyoruz. Hava sıcak, güneş battıktan sonra betondan yükselmeye başlıyor ısı.
4 Lyn (böyleydi herhalde) adında Alman bir ön grup vardı. Fena değillerdi, eğlenceli çocuklardı ama şarkı aralarındaki geyikleri bir süre sonra kabak tadı verdi. “Do you love rock’n’roll?”, “Do you love Guns n Roses?”, “Let me hear you!” ve hatta “Do you like computers?” gibi şabalak cümlelerle seyirciyi bağırtmaya çalıştılar. Çaldıkları her şarkıdan önce “Şimdi son şarkımızı çalacağız ve Guns gelecek” dediler. Guns’ın sahneye çıkması gereken saatin üzerinden iki saatten fazla geçmişti, insanlar yerlere serilmişti ve bir grup insan “Velvet Revolveeer” diye bağırmaya başlamıştı ki, ışıklar söndü ve biz ayağa kalkıp toparlanana kadar Welcome to the Jungle’ın ilk notaları duyuldu.
Daha sonrası, tahmin edileceği gibi bağırıp çağırıp tepinerek geçti. Beklediğim kadar zevk alamadım konserden, çünkü bütün gün çok yorulmuştum ve ayaklarımın ağrısı dayanılmazdı. Axl her ne kadar göbek bağlamış da olsa, sesinden bence çok bir şey kaybetmemişti ve sahnede koşturup seyirciyi coşturmayı bildi. Grubun yeni elemanları çok yakışıklı evet, ama hissiyat ve teknik olarak bekleneni vermekten uzaklar. Gitaristlerin teker teker attığı sololar, alandaki herkese biraz garip geldi. Zaten Axl da ikide birde adamlara laf sokup durdu. İsmini hatırlamadığım, New Yorklu gitarist amcamızın attığı soloyu beğenmeyip, “Şşş, sen gel bakayım buraya, at bakayım o soloyu bir daha.. Hmm şimdi oldu tamam gidebilirsin” tadında bir tavırla postayı koydu.
Tam olarak iyi veya kötü demekte zorlandığım bir konser olsa da, en azından “Anne ben rockstar gördüm” diyebilirim artık (aslında en kral rockstar’ı bir sonraki konserde anladım, ona da geleceğim). 93’teki GNR konserinde açılan “Don’t worry mum, i’m with Axl” pankartı, bu sefer “Don’t worry mum, i’m with Axl again” şeklinde karşımıza çıktı. Hatta Axl, pankartı alıp sahneden herkese gösterdi.
Son şarkı Paradise City’deki konfeti yağmuru sırasında etrafımdaki insanlara, sahneye, gökyüzüne bakıp, üzerimize deli gibi yağan minik kağıt parçacıklarının hakikaten cennetten düştüğüne inanmak üzereydim. Konserin doruk noktasıydı bu. Aslında en zevk aldığım iki an “You know where you are? You’re in the jungle baby, you’re gonna die” diye ciyaklayarak sahneye çıkan Axl’ı gördüğüm, ve Paradise City’deki konfeti ve fişek şovu sırasında sırıtarak etrafıma baktığım andı. İkisinin arası yorgunlukla mücadele.
Belki kimsenin fark etmediği, konserin sadece bizim anlattığımız versiyonunda bulunan bir başka hikayeyse gitarist Robin Finck’in (kırmızı çoraplı hani) en ön sıradaki kızları kesmesiydi. Konser boyunca önümdeki iki kıza (bakın isim vermiyorum) kaş göz yapan Robin, bir ara sahneden inerek doğrudan bu iki kişinin önüne gelip “Helelelelllll” ifadesiyle aralarına daldı. Groupieliğe pek sıcak bakmayan kızlarımız geriye kaçışırken, ben de kendisinin kafasını sevip “Hadi canım yavaş yavaş” diyerek sahneye uğurladım.
Konserle ilgili çok konuşulan şeylerse Axl’ın boğaza “river” demesi, sahne arkasında bir görünüp bir kaybolan saten mini etekli esmer ablalar ve after party oldu.
Konser ekibi Musa, Fatma, Sinem ve Coco Rosie konserinden önceki saatlerini bizimle sırada muhabbet ederek geçiren İbo’ya teşekkürler.

30 temmuz Depeche Mode konseri
Bu yazın kesinlikle en etkileyici, insanı yerlerde süründürücü, “Allahım n’olur bitmesin” diye inletici konseri. Tanıdıklardan bulduğumuz teknik görevli kartıyla içeri girdiğimizde (biz hep yaparız bunu) alan henüz kalabalıklaşmamıştı. Biz de birinci kısmın hemen arkasında yerimizi alarak beklemeye koyulduk.
Bol ön gruplu bir konserdi. Önce Pamela çıktı sahneye. Vasatın biraz üzerinde olan performansı seyirciden pek ilgi görmedi. O da hit şarkılarından bir kaçını çalmadan, son albüme ağırlık verdiği konserini kısa kesip yerini Chantage’a bıraktı. Depeche Mode coverlarıyla tanınan, tarzı da Depeche Mode’u fazlasıyla andıran Chantage’ı ilk kez izledim. İnsanlarda “Aaa, ya neden konserden önce Depeche Mode coverı çalıyolar ki” tepkisi uyandırdılar. Oysa onlar cover değil kendi şarkılarıydı, ve hiç de fena sayılmazlardı. Ama solistin her şarkıdan sonra “Long live DM” diye bağırması da bir yerden sonra sıktı.
Alana girdiğimizden beri gözümüz hep Depeche Mode’un üzeri mavi ışıklarla bezeli, UFOları andıran alet edevatındaydı. Alan kalabalıklaştıkça, ikinci kısmı ilk kısımdan ayıran bariyerler bize dar gelmeye başladı. Işıklar sönüp UFO-keybordların üzerindeki mavi ışıklar kırpışmaya başladığında, o mübarek insanlar A Pain That I’m Used To’nun gıcırtıları arasında sahneye çıktıklarında, sahneyi adam gibi göremediğimizi dehşet içinde fark ettik. Hoplayıp zıplayarak idare etmeyi denedik bir süre, doğaüstü varlık Dave Gahan’ı görmeye çalışarak. Ama olacak gibi değildi. Nihayet kalabalığın içinden çıkıp arkasından dolaşarak sahnenin sol tarafından, Vip bölümüne giriş yaptık. Bu yolculuğumuz sırasında “Walking In My Shoes” çalıyordu ve biz “You’ll stumble in my footsteps” diyerek koşturuyorduk.
Sahnenin önüne geldikten sonra geçen süre, rüya gibiydi. Siyah kanatları ve tüylü miğferiyle Martin L. Gore, dünyanın en karizmatik insanı Dave Gahan. Son albüme ağırlık vermeyip, neredeyse bütün hit parçalarını çalarak beni şaşırttılar. Hele Stripped’i çalmaları benim için şok oldu. Parmağımı Dave’in gözüne sokarcasına uzatıp “Let me hear you speaking just for me” dedim, ruhum cennete yükseldi. Dünyanın en kıvrak ve seksi şarkısı olmaya aday World In My Eyes sırasında Dave’in mikrofonu okşamasına, bize sırtını dönüp dans etmesine bu kadar yakından tanık olmak bünyemi sarstı. Sevgilimle arama giriyordu neredeyse Dave. Duvara
Karşı’dan sonra daha da çok sevdiğim I Feel You’da koluma bacağıma hakim olamadım. Personal Jesus’ın uzun, sert ve mükemmel bir versiyonunu dinledik. In Your Room’da “Will i always be here?” diye sorarken, cevabın evet olmasını çok istedim. Arkadaki ekranlarda beliren bir kral tacı, Enjoy The Silence’ı haber verdi. Behind the Wheel’da “I’m going cheap tonight” derken Dave’in yüzündeki piç sırıtışı gördüm. Dave Gahan’ın mikrofon ayağını sırtına alıp, önümüze gelip, üzerimize doğru eğilerek “Come oooooooon” diye bağırdığını gördüm ve “Annnnneeee! Ben asıl şimdi rockstar gördüm!”
Yeni albümden A Pain That I’m Used To, Suffer Well, John The Revelator ve Precious’ı hatırlıyorum. Konser Never Let Me Down Again’le bitti. Martin Gore, “See the stars, they shine all bright, everything’s allright tonight” diyerek bizi boğazın karşı kıyısındaki evimize uğurladı.
Konser ve setlistin bu kadar mükemmel olmasının sebebi Martin Gore’un Türk sevgilisi değildi herhalde. Bu adamlar dünya üzerinde kesinlikle izlenmesi gereken birkaç gruptan biri.
Konser ekibi Musa’ya teşekkürler.

Rock’n Coke 2006
Yaz boyu bu kadar büyük isimleri izledikten sonra Rock’n Coke ister istemez mantar geldi. Kısaca geçeceğim festivali.
Cuma ve Cumartesi, her zaman olduğu gibi yağmur yağdı. Ama insanlar bu kez daha tedbirliydi. Desenli lastik çizmelerin geçtiğimiz kış moda olmasının da etkisiyle insanlar çamurda yürüyebildiler. Geceler yine soğuktu. Pazar günüyse tam tersine çok sıcaktı ve sabır taşırdı.
Festivali ana sahnede Hayko Cepkin açtı ve bence yerli isimler arasında en iyi performansı sergiledi. Merak ettiğimiz asıl grup Gogol Bordello, 18:00’de sahneye çıktı ve 50 dakikalık müthiş bir şov sundu. Immigrant Punk’la başladılar ve hatırlayabildiğim kadarıyla Not A Crime, Never Young, Start Wearing Purple, Think Locally Fuck Globally, Sally ve Baro Foro’yu çaldılar. Gözlemlediğim kadarıyla izleyicilerde “Ya bir grup varmış böyle çingene punk mı ne” şeklinde bir merak vardı. Start Wearing Purple dışında şarkılara eşlik eden pek olmadı. Deli gibi pogo yapılır diye bekliyorduk ama bizden başka pek zıplayan göremedim. Dogs Were Barking’i çalmadılar ama yine de 50 dakika boyunca bir elimiz dalağımızda hopladık durduk. Eugene Hütz mü diyeyim, Slayer tişörtlü kart zampara kemancı mı diyeyim, Never Young’da Hütz’ün bağırttığı abla mı diyeyim. Bence kesinlikle festivalin en iyi performansıydı. Zaten başka hiçbir grubu da doğru düzgün izlemedik.
Kasabian, beklentilerimi karşılayamadı. Yeni albümleri Empire, İngiltere’de listelere bir numaradan girmiş ama konserlerde pek etkileyici değiller. Beklenen parçalar Club Foot, LSF, Processed Beats, Cutt Off bile biraz sönük geldi bana. Hoş, Gogol Bordello’dan sonra başka türlü olması da zordu.
Muse’u 2002’de Maslak Venue’de izleme talihsizliğini yaşamıştım. Ses sistemi berbattı ve topu topu 1 saat süren konserde sahneyi de görememiştim. Bu sefer adam gibi bir ses sisteminde dinledik onları. Gerçi sahneyi yine çok iyi göremedim ama artık Muse’u eskisi kadar sevmediğimi anladığım için pek de umrumda olmadı. Supermassive Black Hole ilk çıktığında sağda solda “Yaa n’olmuş bu adamlara, Britney Spears olmuş” diyenler pek bir ateşli dans ediyorlardı konserde.
Vega, Duman, Şebnem Ferah her zamanki gibiydi. Burn Sahnesi’nde gördük ki Dorian, kendisine çok sağlam bir dinleyici kitlesi yapmış. Mercury Rev vasatın biraz üzerindeydi. Reamonn çok sıkıcıydı. İkinci gün sıcaktan çok bunaldık, yorgunluk da bastırınca Editors ve Placebo’yu izlemeden kaçtık. Editors’ı izleyemediğim için pişmanım biraz. Interpol’ü ne zaman görürüz bilemem, Joy Division zaten tarih oldu, bari sesi bu adamlara benzeyen birini dinleseydik.
Festival ortamından bahsetmek gerekirse, her sene yaşanan şeyler yaşandı yine. Cuma akşamı kapıda uzun kuyruklar oldu, bir ara elektrik kesildiği için x-ray cihazları çalışmadı. Tuvaletler korkunçtu. CardRock’larda arıza çıktı. Servisler için bilet kuyruğu oldu. Yemek ve içmek için dışarı çıkıldı, tarlada otururken yediğimiz sucuğa doğru ilerleyen kırkayaktan korkup alana geri dönüldü. Kızlar, tecavüz korkusuyla şehir içinde giyemedikleri ne varsa iki gün içinde hepsini giydiler. Pazar sabahı amcanın biri ana sahnede, kızgın güneşin altında insanlara Tai-Chi yaptırdı. Çocuklu aileler daha azdı. Önceki festivallere göre sıkıcıydı.
Festival ekibi Musa, Ertuğrul, Melis, Şenol ve Dream Tv’ye teşekkürler.

devamı...

19 Haziran 2006

belly dance punk - 2/5 BZ (Serhat Köksal)


2/5 BZ (bazen 2/B 5Z şeklinde de karşınıza çıkabilir), elektronik müziği arabesk ve oryantal öğelerle karıştırıp, üzerine eski türk filmlerinden replikler, sloganlar veya siyasilerin konuşmalarından bölümler serpiştirerek bence tam bir İstanbul müziği yapıyor. Serhat Köksal ve 2/5 BZ projesi, 90'ların başında elden ele dolaşan, artık kült olmuş ev yapımı kasetlerle tanınmaya başlamış. 94'te BBC'deki Peel Sessions'a konuk olmuş. Avrupa'da birçok şehirde konser vermişliği, birçok festivale katılmışlığı var. İşlerini ara sıra Zihni Müzik ve Kod Müzik'te bulmak mümkün. Son zamanlarda Peyote'de birkaç konser verdi. Son 2/5 BZ albümü "No Turistik, No Egzotik" plak formatında bulunabilir. Bunun dışında zamanında "Güzel Mecmuası" adında bir fanzin de çıkarmıştır Serhat Köksal. "Gözel" isimli bir plak şirketi vardır. Ayrıca müziğinde kullandığı kolaj tekniğiyle gerçekleştirdiği video çalışmaları da bulunur. Türkiye dışında orada burada bir çok ödül almış, ismini duyurmuştur. Web sitesinden koparttığım bilgileri de sunuyorum:
1986'da Serhat Köksal tarafından İstanbul'da kuruldu. 80'lerin başına kadar uzanan, müzik dışı faaliyetleri oldu. Bunların ilki olarak 1982'de "Ping-Pong Oynayan Adamlar Ve Süper Çöpman Ajda Pekkan'da" adlı defter çizgi film gösterilebilir. 90'ların başlarında dönemin müziklerinden farklı olarak, gerek teyp ve elektronik örnekleme, gerek "orkestralı atma" şeklinde icra ettikleri, Türkiye'deki Doğu'daki, evdeki, karayelcek... sevdikleri sesleri ve cereyanları hoşlandıkları şekilde birleştirmeyi deneyen çalışmaları ile tanındı. Eski Türk filmlerinden alınan ses ve müzikler ise teyp-sampling olarak ilk kez 2/5 BZ'nin çalışmalarında kullanılmıştır. Batı müzik sahnesinin önemli müzisyenlerinden Tim Hodgkinson'la birlikte İstanbul'da denemesiz konserler gerçekleştirdi. El yapımı paketlemeyle hazırladıkları albümler; "Yaşasın Artık 2/5 BZ Var" (1992), "Sizden Hesap Soracağız" (1994), "Opua Dişın-Düzenin Yedi Ceddine" (1994), "N" (1995), "Heeeeeyt" (1997). Yer aldıkları toplama albümler; "Telaşa Mahal Yok" (1995), "Tribute To Disco" (1997-Fransa'da yayınlandı), "Sound Of The World: Turkey" (1997-Fransa'da yayınlandı). Ayrıca Serhat'ın 2/B 5Z ile birlikte çalışmalarını yürüttüğü gruplardan Nenni ise 1996'da kurulmuştur. Topluluğun, yamalı video filmleri ve fotokopi mecmuaları bulunmaktadır.
2/5 BZ ve Serhat Köksal'la ilgili bilgilere şuradan ulaşabilirsiniz:
http://www.2-5bz.com/
http://gozel.2-5bz.com/
Grupların ve şarkıların giderek birbirine benzemeye başladığı bu dönemde, kanımca kulaklara ilaç gibi gelecektir. İlk kasetlerini de arayıp bulmanızı tavsiye ederim.

"Şimdi, hayatı bize yazık edenlerden hesap soracağız."

devamı...

11 Haziran 2006

Devendra Banhart


Devendra Banhart blog için yazmak istediğim “yalnız başına dolu dolu müzik yapan” müzisyenlerden biri .Devendra ‘nın müziğine istinaden öncelikle onun hayatından bahsetmek isterim. Texas , 30 Mayıs 1981 doğumlu yani oldukça genç .Okuduğum bir yazıda kendisi şöyle tanımlanır:Psych folk singer/songwriter.İlk kayıtlatını New York City’de yapmıştır ayrıca .Geniş bir tarihçesi yapılabilecek New Weird America adlı psychedelic folk music ağırlıklı bir müzikal hareketinde üyesidir.Eklemem gereken bir diğer husus da Devendra Banhart’ın Vetiver adlı American folk band'ine olan üyeliğidir.Burada Andy Cabic , cellist Alissa Anderson ve violinist Jim Gaylord ile birlikte müzik yaparlar.Müziğin dışında da meziyetleri vardır aslında.Fakat müziği ki öncülük yaptığı diyebileceğimiz “psych folk” akımından dolayı daha fazla ilgi çekmektedir.Bu doğrultuda müziğine gelince basit gitar melodileri olarak kulağımıza gelen müzik, Devendra ‘nın sesi ve sürreal sözleri ile birleşince ilk tepki “hey buda kim? “Oluyor.Benim için en önemli şarkısı “ The Body Breaks “ bıkmadan tekrar başa alıp dinleyebiliyorum.Çok kişişel ve Devendra ‘nın sözleri gibi sürreal olucak ama bunları yazarken bile dinliyorum ve ruhumun benim yanımda oturmuş gibi dışarda hissediyorum.Diğer dikkat çeken şarkıları ise “At The Hop “, “Be Kind” ve “Cosmos and Demos”.Bir kaç şarkısıyla tanımak için http://music.download.com’dan derin bir araştırma sonucu bir kaç şarkısına ulaşabirsiniz.Son olarak eklemek istediğim nokta ise blogu hazırlayan bizleri kendisine çeken özelliği “süveter”giymesidir :)

Discography ise şöyle :

• The Charles C. Leary -2002
• Oh Me Oh My …The Way the Day Goes By the Sun Is Setting Dogs Are Dreaming Lovesongs of the Christmas Spirit-2002
• The Black Babies-2003
• Rejoicing in the Hands -2004
• Nino Rojo -2004
• Cripple Crow-2005
• Devendra Banhart/Jana Hunter-2005

devamı...

10 Haziran 2006

the stills


The stills canadalı bir indie grubu . Aslında Montreal Quebec 'li nitekim burası fransızcanın da konuşulduğu bir bölge.Grup beş elemandan oluşuyor:Tim Fletcher(vocals,guitar), Dave Hamelin(vocals,guitar), Liam O'Neil(keyboard),Oliver Crowe(bass), Julien Blais(drums).İlk bandleri Montreal Quebec 'de yayınladıktan sonra New York City 'nin kapıları açılır . Rememberese EP çalışmasından sonra Grup, ilk debut albumunu çıkarır Logic Will Break Your Heart,albumun hit parçaları; "Lola stars and Stipes","Love and Death" ve "Still in Love Song" dur denebilse de album tüm benliğiyle The Stills 'i tüm şarkılarda yaşatır.The Stills 'in müziği Echo & the Bunnymen ,The Smiths ya da kısaca grup ismi saynmadan müziklerini ingiliz post punk 'ı na benzetebiliriz.Turdaşları ise ilk albumdan sonra İnterpol,Yeah Yeah Yeahs 'dir Son albümleri ise ) Mayıs'ta yayınlanan Whithout Feathers 'dır.Genel anlamda vokallerindeki ingiliz hüznü sizi çekse de albumü dinlediğiniz zaman kendinizi onların içinde bulabiliyorsunuz ve hüznün ötesine geçip The Stills'in müziğini sevebiliyorsunuz kolaylıkla. Son albumdeki hit şarkılar ise In the Beginnig ve Destroyer diyebiliriz.Grubun resmi sitesi www.thestills.net.Ayrıca www.myspace.com/thestills adresinden şarkılarını indirebilirsiniz.

devamı...

09 Haziran 2006

palahniuk'un gösteri peygamberi


Ben de çoğu insan gibi Fight Club'la tanıdım Chuck Palahniuk'u. Türkiye'de 2002'de Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Gösteri Peygamberi (Survivor) de alışkın olduğumuz Palahniuk taşlamalarından biri. Fazla uzatmadan birkaç alıntı üzerinden konuşalım..
"İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının. Önemsiz meselelerinin. Hikayelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar. Büyük ve korkunç bir bilinmeyen."
Hiçbirimizin (kendimi de katıyorum) büyük ve gerçek problemleri yok. Ya da çoğumuzun diyeyim. Ama hepimiz kıyısından köşesinden arıza karakterle takılmışız, onlara hayranlık duyuyoruz. Bir yandan onlara öykünüyoruz, diğer yandan öykündüğümüz hayatı yaşamaya cesaretimiz yok. Beat yazarlarına hayran oluyoruz, ama beş parasız başını alıp kendini yollara vuranımız pek yok? Sürekli bir arada kalmışlık yaşıyoruz. Denemek istediklerimizle, bunun için almamız gereken riskler çatışıyor. Ayrı olmak istediğimiz topluluktan fiili olarak ayrı duramayınca, kendimize bir kabuk yaratıp onun içinde yaşıyoruz. Etrafta gördüğüm insanların hepsi depresif, hepsinin hayatı kaymış sanki. Bu şekilde kendilerini karmaşıklaştırdıklarını, ilginçleştirdiklerini düşünüyorlar. Bence Palahniuk'un bahsettiği de bu. Kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor, çünkü bu şekilde etraflarında yarattıklarını düşündükleri "gizem" halesini kaybederlerse geriye sadece sıradan bir insan kalacak. Paragrafa "biz" diye başlayıp "ben"e döndüğümün farkındayım. Özeleştiriden eleştiriye geçişime tekabül ediyor bu.
"Bir arada olmaktan nefret ettikleri ama yalnız kalmaktan da korktukları için insanlar telefon denilen bir alet kullanıyorlarmış."
İletişime giriş dersinde öğretilmesi gereken bir bakış açısı. İnsanın sürekli yaşadığı başka bir ikilem daha.
"Onlar gibi yaşarsanız, hayatınızdaki her şey listedeki maddelere dönüşür. Başarılması gereken bir işe. Böylece hayatınızın deşifre olmuş halinin neye benzediğini görebilirsiniz.
İki nokta arasındaki en kısa mesafe bir zaman dilimidir, programdır, vaktinizin haritasıdır, ömrünüzün sonuna kadar yapacağınız işlerin listesidir.
İçinde bulunduğunuz anı ölüme bağlayan düz çizgiyi hiçbir şey bir liste kadar iyi gösteremez."
Zekice cümleler ve kavramlar. Hayatın deşifre olmuş hali, vaktin haritası.. Onlar gibi yaşamak, insanın içindeki herkesten farklı olduğu, onlara benzemediği inancını körüklüyor biraz. Biraz lise isyankarlığı kokuyor. Vaktinin haritasını çıkarmayı beceremeyenler için moral verici. Liste yapamadığınız ve yaptığınız listelere uyamadığınız için gurur bile duyabilirsiniz.
"Mesela İsa Mesih, kendisini kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi?
Saygısızlık gibi olmasın ama, kurtarabilir miydi?
Menajere göre, bir insanı aziz yapan en önemli faktör, medyada ne kadar yer aldığıdır...
Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi, diye düşünmeden edemiyorum."
İşte bu da iletişim fakültesinde olması gereken bir bakış açısı. Tipik Palahniuk üslubu. Provokatif ve esprili. Kitaptaki, İsa'nın fit vücuduyla ilgili yorumlar özellikle eğlenceli.
"Geleceğe güvenmiyor oluşumuz, geçmişimizden kopmamızı zorlaştırır. Geçmişte kim olduğumuz konusundan bir türlü uzaklaşamayız. Arka bahçelere kurulan ikinci el eşya sergilerinde arkeoloğu oynayan bütün yetişkinler, çocukluktan kalma nesneler arayanlar, hepsi korkmuş durumdalar. Değersiz çerçöpler, mukaddes emanetlere dönüşüyor. Kızma Birader. Hulahup. Az önce çöpe yolladığımız şeyler için nostalji duymamızın tek sebebi, gelişimden korkuyor olmamızdır."
Geleceğe güvenmediğim, gelecekten deli gibi korktuğum doğru ve aslında böyle olmaması için bir sebep göremiyorum. Geçmişime, hayatımın çöplerine sıkı sıkıya yapışmamın sebebiyse gelişimden ziyade değişimden duyduğum tedirginlik. Eşyalara bağlanan ve onları hastalıklı bir şekilde biriktiren biriyim. Bunun sebebi tabi ki onların üstlerine sinmiş olan geçmişim. Eski elbise dolabımın kapağını saklamamın sebebi, onun çok iyi bir kapak olması değil, üzerine yıllar boyunca yazdığım yazılardır. Liseden mezun olurken, oturdukları sırayı satın almak isteyen insanlar tanıdım. Herkes eşyalarına bir sebepten dolayı bağlanıyor. Bu sebep ille de gelişim korkusu olmayabilir. Eski ve alışıldık olanın verdiği konfor da vazgeçilmesi zor bir şeydir. Neticede eşyalara duyulan bağlılık bir noktadan sonra hayatı zorlaştırmaya, evi çöplükleştirmeye başlıyor. Eski dergilerinizi, seloteyplerle helak olmuş posterlerinizi, giyilecek hali kalmamasına rağmen desenlerini çok sevdiğiniz için atamadığınız çoraplarınızı gözden çıkarmak zorunda kalabiliyorsunuz.
Peki eşyaları atmak insanı özgürleştirir mi? Bir anlamda geçmişle olan bağlar koparılır, geçmişin etkisinden kurtulunabilir fiziksel düzeyde. Ancak her şeyi gözden çıkardıktan sonra gerçekten özgür olabiliriz derim, Fight Club'a bağlarım.

devamı...

08 Haziran 2006

kısa bir blur tarihçesi



90'larda İngiltere'den çıkan en iyi grup kim sorusunun cevabı, büyük çoğunluk için Radiohead veya Coldplay olacaktır. Massive Attack de güçlü bir adaydır aslında. Ama benim için bu sorunun cevabı açık arayla blur'dür. Neden bilmiyorum, belki Damon Albarn'ın şeytan tüyü yüzünden, belki kimilerine şımarık gelse de benim bayıldığım zibidi tavırları yüzünden. Büyük ihtimalle hem çok eğlenceli, neşeli, alaycı, hem de hüzünlü, melankolik, derin olabilen müzikleri ve sözleri yüzünden. Yıllardır kafamdaki İngiltere imajını yaratan adamlardır bunlar. İngiltere, gri ve yağmurlu bir günde This Is A Low'u dinleyerek sokaklarda gezinmektir, sabah gözlerini Clover Over Dover'la açmaktır. En azından ben böyle hayal ediyorum..
Blur öyle bir gruptur ki, Country House'la neşelendirip çocuklaştırır, Caramel'le ruhunuzu sarsıp hayatınızı kaydırır. Müzik dinlerken acı çekmekten hoşlananlar için birebirdir. Damon Albarn bir yandan Top Of The Pops'taki Parklife performansında olduğu gibi hoplayıp zıplayıp yere düşen, insanlarla dalga geçen şımarık bir çocuktur; bir yandan Glastonbury'de binlerce kişiyle birlikte This Is A Low'u söyleyen dünyanın en etkileyici sesidir. Aşağıdaki metni internetteki çeşitli kaynaklardan çevirdim, kısa bir blur tarihçesi.
Blur'ün öyküsü, Damon Albarn ve Graham Coxon'un Colchester'da aynı okul korosunda yer almasıyla başlıyor. Londra doğumlu Damon, o sıralarda piyano ve drama dersleri alıyor. Almanya'daki bir hava üssünde doğan Graham da saksofon ve gitar çalıyor. Bournemouth'da büyüyen Alex James, 80'lerin sonunda Goldsmith's College'da okumak için Londra'ya geliyor ve Graham'la tanışıyor. Colchester doğumlu Dave Rowntree de bu arkadaşlara katılıyor ve neticede "seymour" adında, garip bir art-punk grubu kuruyorlar. Vokalde Damon, gitarda Graham, basta Alex ve davulda Dave var.
Bir süre Londra civarında çaldıktan sonra, 1989'da grubun adını "blur" olarak değiştiriyorlar ve Food Records'la anlaşma yapıyorlar. İlk blur single'ı She's So High (1990). 91'in baharında İngiltere'de hit olan There's No Other Way single'ıyla beraber efsanevi yapımcı Stephen Street (The Smiths, Morrissey, The Cranberries) ile çalışmaya başlıyorlar. Blur'ün debut albümü Leisure, 91 ağustosunda çıkıyor ve listelerde 7. sıraya kadar yükseliyor. Albümde Syd Barrett'lı Pink Floyd, My Bloody Valentine'ın gitarları ve Revolver dönemi Beatles vokalinden etkiler görülüyor. Damon, şarkı yazarı olarak kendini geliştiriyor ve eleştirel Modern Life Is Rubbish geliyor. Albümün ismi, Londra'daki Marble Arch yakınındaki bir graffitiden esinlenilmiş. Mayıs 93'te çıkan albüm, The Kinks'in altın çağından beri duyulmamış bir İngiliz müziği ortaya koyuyor.
Bu İngiliz şehir hayatı eleştirisi, 94 tarihli Parklife'la devam ediyor ve albüm listelere 1 numaradan giriyor. Blur'ün gitar, bas, saksofon, davul ve keyboarddan oluşan müziğinde The Kinks, David Bowie, Madness, Magazine gibi isimlerin de etkisi var. Blur, 95'te Parklife ile dört Brit ödülü kazanıyor. Bunu 95 tarihli The Great Escape izliyor. Albüm listelere 1 numaradan giriyor ve sadece İngiltere'de 1 milyondan fazla satıyor. Bu arada blur vs Oasis karşılaştırması da iyice ayyuka çıkmış. The Great Escape, What's The Story Morning Glory tarafından mağlup edilmiş. Medya, Damon Albarn ve Liam Gallagher'ı kapıştırmaya çalışıyor, bu arada Graham'ın alkol problemi ortaya çıkıyor. Solist-gitarist çekişmesi neredeyse grubun dağılmasına sebep olacak. 97'de "blur" çıkıyor. Basit melodiler, distorsion, country ve Pavement gibi amerikan indie gruplarından esintiler. Beetlebum blur'ü yeniden tepeye çıkarıyor ve asıl patlama Song 2 ile gerçekleşiyor.
Song 2, birden en meşhur blur şarkısı oluyor ve grubun Amerika macerasını başlatıyor. Blur üyeleri artık yetişkin adamlar. Damon, eski aşkı oyunculuğu yeniden keşfediyor ve soundtracklere dalıyor. Graham, Transcopic Records'dan utangaç doğasını yansıtan ilk solo albümünü çıkarıyor. Alex, her zamanki gibi popstar'ı oynamaya devam ediyor ve Dave, eski tutkuları animasyon ve bilgisayar programcılığına ağırlık veriyor. Ve 13.. (1999) En deneysel, buna rağmen en samimi blur albümü. Metaforlar ve ironi, yerini direkt ve açık sözlere bırakmış. İlk single Tender. Büyük bir turneye çıkmak yerine sadece birkaç festivalde çalıyorlar. Artık sakin bir hayat yaşamak istediklerini söylüyorlar. Grubun 10. yılında, bir de best of çıkarıyorlar. Bu arada Damon, adını tüm dünyada yeniden duyuracak olan Gorillaz'la uğraşıyor. Graham 3 yılda 3 solo albüm çıkarıyor. Alex ve Dave ise, Beagle Projesi'yle ilgileniyor.
Graham, 7. stüdyo albümünün yapım aşamasında gruptan ayrılıyor. 2003 tarihli Think Tank'in kayıtları Fas'ta yapılıyor. Alex'in başarılı bas partisyonları öne çıkıyor. Sweet Song ve Caravan gibi baladların yanı sıra, Crazy Beat gibi daha hızlı parçalar da var. Graham Coxon'u bir kez Battery In Your Leg'de duyuyoruz. İlk single Out of Time, bizi bu dünyadan alıp başka bir evrene götürüyor.
Bu şahane müziği yapan adamları canlı dinleme fırsatımız olacağını (en azından Türkiye'de) sanmıyorum. Bir blur konserinden bahsetmiyorum bile. Belki Graham Coxon, ya da Gorillaz. Umarım onlar da hayatımızın soundtrackinde olmalarına rağmen asla canlı izleyemeyeceğimiz gruplar listesine girmezler. Elimizde yeterince uzun bir liste var zaten. Yağmurlu bir hafta sonuna doğru yine This Is A Low'u dinliyorum. Yıllar geçse de değişmeyecek bir şey herhalde bu takıntı.
finding ways to stay solo..

devamı...