08 Ekim 2010

Seyirciye Hain Saldırı: Kulaklarımızı Kopardılar


Bunca zaman bir şey yazmadık diye sanmayın ki Süveter öldü. Kış verimlidir. Hazır fotoğrafları da (şuraya) yüklemişim, 5 Ekim Salı akşamı Babylon'da gerçekleşen Art Brut konserini yazıvereyim dedim.

Grup İstanbul'a ikinci kez geldi, ben ilk defa izledim. Favorim debut albümleri Bang Bang Rock & Roll olduğundan, albümün yarısından çoğunun setlist'te olmasına memnun oldum. Konser Formed A Band'le başladı ve yüksek ses kulaklarımı afallattı. O kadar afallattı ki ertesi gün bile kulaklarım çınlıyordu. Çınlamanın yanında uyuyana kadar yakamdan düşmeyen bir baş ağrısı hediye ettiler ki bunun hoşuma gittiğini söyleyemem. Sanırım bu kadar yüksek volüm için yorgundum. Eddie Argos şarkılar arasında sürekli bir şeyler anlattı, yarısını anlamadığımı belirtmek isterim. Modern Art'ta seyircilerin arasına inip Van Gogh Müzesi'ni andı. Grup çok eğleniyordu ve mutlu görünüyorlardı. Bu his konserin başında tutuk olduğunu düşündüğüm seyirciye de geçti. Sonlara doğru herkes ipini koparmış gibi dans ediyordu. 18,000 Lira ve Emily Kane coşkuyla karşılandı. Argos kulis kapısında elinde birasıyla sahnede takılan grup arkadaşlarını izlerken gayet hoşnuttu. Müzisyenleri mutlu görünce seviniyorum. Yani gürültülü, danslı, eğlenceli bir gece oldu. Hem seyirci hem grup için tatmin edici olduğunu düşünüyorum. Sadece kendime bir not: akşam yüksek volümlü bir konsere gideceğin zaman gün boyu yorulmamaya çalış.

Setlist (eksikler var): Formed A Band, My Little Brother, Emily Kane, Rusted Guns of Milan, Good Weekend, Moving To L.A., 18,000 Lira, Modern Art, Bang Bang Rock & Roll, Nag Nag Nag Nag, DC Comics And Chocolate Milkshake.

devamı...

10 Temmuz 2010

Sonisphere Festival


Memlekette yapılmış en önemli festivallerden (çoğu kişiye göre en önemlisi) Sonisphere, iki hafta önce İnönü Stadyumu'nda gerçekleşti. Konser sarhoşluğunu tamamen attım, anlar yavaş yavaş solmaya başladı, şimdi geriye bakıp bir değerlendirme yapmamın vaktidir diye düşünüyorum.

Başlarken, sevgili metalci arkadaşlarımızın sevinçle karşıladığı isimlerle pek alakam olmadığını, gönlümde yalnız Alice In Chains olduğunu belirtmeliyim. Diğer gruplarla ilgili yorumlarımı derinliksiz bulursanız, bundandır.

İlk gün. Hayatımda ilk defa stadyum konseri izleyecek olmanın heyecanı içindeyim. Saha içi kapısındaki uzun kuyruk korkutsa da çabuk eriyor. İzlediğimiz ilk grup Stone Sour. Gayet güzel. Yaş ortalaması 16 sanki. Ardından Pentagram. Birkaç Dio coverı çalıyorlar. Sonra Ogün Sanlısoy geliyor. Standart. Murat İlkan alkışlarla sahneye çıkıyor ama çok bitkin. Keşke çıkmasaydı diyorum içimden. Sesi duyulmuyor (sonraki gruplarda da yaşayacağımız ses sorununun henüz ayırdında değiliz). Ergenler coşuyor, neyse ki sırada Alice In Chains var.

Bu adamları canlı izlemek hayal gibi benim için. Karşımıza (karşımıza dediğim 50 metre ötemize, zira sahne önü neredeyse sahanın ortasına geliyor) dizildiklerinde hem mutluyum, hem Layne Staley yüzünden buruğum, hem seyirci katılımını merak ediyorum. Them Bones'la başlıyorlar, ben de kendimi salıveriyorum artık. Orada sadece Jerry Cantrell'ın sesini duymak için bulunuyorum derken bakıyorum William DuVall işi harika kotarıyor. Dakikalar ilerledikçe, eski şarkıların arasına yeniler girdikçe geri dönüş albümleri Black Gives Way To Blue'nun ne kadar başarılı olduğunu açıkça görüyorum. Etrafta bizden başka kimse şarkılara eşlik etmiyor sanırken kalabalığın içindeki sesleri ayıklıyor kulağım. Evet, oradayız. Doksanlara kısa bir yolculuk yapıyoruz. Çalınan şarkılar: Them Bones, Dam That River, Rain When I Die, We Die Young, Angry Chair, Man In The Box, It Ain't Like That, Rooster, Would?, Check My Brain, Lesson Learned, Again, Acid Bubble. Adamlar cayır cayır çalıyor ve Sonisphere'de duyduğum en iyi ses de onlara ait. "Yine geleceğiz, yakında görüşürüz" diyor Jerry, inanıyorum. Pearl Jam ve Chris Cornell'den sonra AIC'i de izlemiş olmanın verdiği yükselmeyle yerimi başkalarına bırakıp Rammstein için arkalara geçiyorum. Festivalin gerisi tamamen "olmuşken şunu da izleyeyim" tadında geçecek.

Rammstein bildiğiniz gibi, alevler falan. Anlatılabilir bir şey değil, fotoğraflarına bakmanızı tavsiye ederim. Türkiye'nin gördüğü en iyi sahne şovu. Net.

İkinci gün gitmedim. Üçüncü gün Big Four'la pek işim olmasa da kombine varken izlememek günahtır diye Anthrax öncesi stadda yerimi aldım. Güneş altında bir güzel kavruldum. Antisocial benim şarkımmış, öyle söylediler. Megadeth'ten ümitliydim ama maalesef Dave Mustaine'in sesini duyamadım. Beyaz gömleğini ve turuncu saçlarını görmekle yetindim. Slayer'da veteran metalci - ergen metalci kardeşliğini pekiştiren pogoların içinde kaldım. Tom Araya neden o kadar sırıtıyordu, merak ettim. Civardaki dairesel headbanglerin vantilatör etkisi hoşuma gitti ama bir miktar saç yuttum.

Metallica'da stad tamamen dolmuştu. Şarkılara katılım, tezahürat muazzamdı. Yanımdaki arkadaşlarım çok duygulandı, ben pek duygulanmadım. Metallica'nın resim seçicisi bir ara delirdi, reji son birkaç şarkıda coştu. Rammstein'dan kalan benzini de Fuel'da fışkırtıp bitirdiler. Adamlar o kadar çok iltifat etti ki seyirciye, buraya yerleşecekler sandım. Kiloyla pena dağıttılar, mikrofonu alıp teker teker sevgilerini sundular. Karşılıklı alkış kıyamet içinde bitti konser. "Tek büyük Metallica" diyordu insanlar, doğruymuş.

Gelelim her zamanki şu olmamış - bu olmamış bölümüne. Yiyecek konusundaki çilemiz burada da sürdü. Köfte ekmek ve sucuk ekmek dışında bir seçenek olmaması hayli aptalca geliyor bana. Diyelim vejetaryenim, diyelim sağlık sebeplerinden et ya da beyaz ekmek yiyemiyorum, ne yapacağım? Son gün akşama doğru standlarda su bittiğini söylediler. Böyle saçmalık olur mu? Bütün gün güneş altındasın, hava 30 küsür derece, su bitiyor. "Bittiyse söyleyin getirsinler" deyince de "telsizimiz yok" diyebiliyor insanlar. Öyle de bir genişlik. Nasıl olsa verdin bilet parasını, istersen geber orada.

Bir diğer saçmalık da staddan çıkmanın mümkün olmaması. Bileklik yerine "bilete pinçik atma" sistemi yüzünden İnönü'den çıkış yok. Çıktın mı geri giremiyorsun. İçeride sana verilene mahkumsun yani. Komik. Son olarak buradan tüm organizatörlere sesleniyorum, sahne önü uygulamasını başımıza bela ettiniz, herkes de buna alıştı, kimse bir şey demiyor ama bu kadar büyük sahne önü mü olur yahu, ayıptır. Hem grubun seyircisine ayıptır, hem seyircisiyle arasına 30 metre boş alan koyduğun gruba ayıptır. Bu konudan bahsettikçe sinirleniyorum. O yüzden benim yorumlamam bu kadar, hadi hayırlı işler.


Fotoğraf: Erdal Mahir Cüran

devamı...

19 Haziran 2010

The Devil's Anvil - Hard Rock From The Middle East


Lise son sınıfta, bir fransızca dersi kapsamında Charlie Chaplin'in 'city lights' isimli filmini izledikten sonra dumura uğramıştım. Bu şaşkın durumumun sebebi, filmin, Kemal Sunal'ın 'en büyük şaban' filmiyle birebir aynı olmasıydı. Daha sonra kafama dank eden bir başka acı gerçek ise, bizim 'şaban' ın esasında 'şarlo' nun bariz çakması bir karakter olduğu durumuydu.Şimdi bunu niye anlattın diyenlere geçen gün keşfettiğim Devil's anvil isimli grup da beni aynen Charlie Chaplin gibi dumura uğrattı da ondan, diye cevap verebilirim.

Grubumuz, 1960'ların ortalarında New York'ta yaşayan Arap kökenli müzisyenlerin kurduğu, orta doğulu, saykoledik sayılabilecek bir topluluk. Şarkılarını Arapça, Türkçe ,Yunanca ve ingilizce söylüyorlar. Beni dumura uğratan şey ise albümlerindeki 'Wala dai' ve 'Karkadon' isimli parçaların Erkin Koray'ın 'illa ki' ve 'deli kadın' adlı eserleriyle birebir örtüşüyor olmasıydı. Devil's Anvil'in albümünün 60'ların sonunda, Erkin Koray'ın ise mevzu bahis parçaları içeren 'illa ki' LP'inin 1983 yılında piyasaya çıktığını göz önüne alırsak kimin kimden 'etkilendiği' ortaya çıkıyor gibi. Gerçi ortada Kemal Sunal'ın filminde olduğu gibi direk bir araklama olmasa da Erkin Koray'ın diye bildiğimiz şarkıların başkasının çıkmasının, can sıkıcı bir durum olduğunu düşünüyorum. Neyse, bu saçma saptamamın dışında albüm, 60'ların psychedelic rock soundunu orta doğu ezgileriyle karıştıran, ülkemizin ilk Anadolu rock örneklerine benzetebileceğimiz baya ilginç bir çalışma. Türü sevenlere tavsiye edilir.

Not: Albümdeki sisheler isimli parça gerçekten de Türkçe. vokalist arap aksanıyla Türkçe söylemiş pek ilginç.

devamı...

11 Haziran 2010

Jonsi & Alex Eminönü Konseri


İstanbul'da sıcak kendini yeniden hissettirmeye başlamışken, soğuk diyarlardan gelip bize ıslak bir performans sunan Jonsi ve Alex'ten bahsetmek istiyorum. [Geceden bir kayıt geçti elimize, buyrunuz.] Eminönü meydanında gördüğünüz konstrüksiyonun adı The Morning Line, içine yerleştirilmiş hoparlör ve ekranlarla işitsel-görsel bir deneyim sunuyor. Yapının buraya kuruluşunun ardından üç günlük mini bir festival gerçekleşti. Jonsi & Alex de bu festivalin konuklarındandı. Detaylı bilgi için şuraya bakabilirsiniz, ben sadece o geceki hissiyattan bahsedeceğim.

Haberi Facebook'tan almış ve 22 Mayıs akşamı merakla Eminönü'ne damlamıştık. Jonsi & Alex ve Sonic Youth'tan Lee Ranaldo'yu bir halk konserinde izleyecek olmak bizim için haliyle çok sıra dışıydı. Hafif yağmur altında yapının önünde üzeri kapalı bir alanda devam eden kokteylimsi ortama girdik. Karşımızda performansların gerçekleşeceği küçük bir sahne, sahnede çeşit çeşit elektronik aygıt ve Mac'ler, onları yağmurdan korumak için plaj şemsiyesi kılıklı yetersiz bir şemsiye vardı. Hadisenin başlaması için yağmurun durması bekleniyordu çünkü sahne dahil her yer su içindeydi. Jonsi ve Alex aramızda geziniyor, yanlarına gidenlerle tanışıyordu.

Yağmur dinince konuşmalar silsilesi başladı. Buraları hızlıca geçelim. Sahneye ilk Cevdet Erek çıktı ve The Morning Line'ın içinde çalınması için bestelediği eserinden bölümler sundu. Bizi yapının içine girip sesleri orada dinlemeye yönlendirdi. Bu arada sahnenin önünde, içinde bulunduğumuz alanın etrafı demirlerle çevrilmişti ve insanlar dışarıda bırakılmıştı. Kalabalık haklı olarak buna tepki gösterdi, demir bariyerler olması gerektiği gibi ortadan kaldırıldı.

Jonsi & Alex sahneye çıkıp müziklerini icra etmeye başladıkları anda üzerimizde tüm lacivertliğiyle asılı duran yağmur bulutları, o anı bekliyormuş gibi içlerindeki suyu boşaltmaya koyuldu. Karşımızda mahçup tavırlarıyla, küçük hareketlerle müziklerini yapan iki adamın çıkardığı ses, önce hiç durmayan suyun, sonra da ezanın sesiyle birleşti. Herkes şemsiyelerini açmıştı ama yağmur o kadar şiddetliydi ki şemsiyelerin uçlarından akan sularla sırılsıklam olduk. Sahnenin dört yanı insanlarla çevriliydi, sahneyi aşan ışıklar arkadaki insanların yüzlerini aydınlatıyordu. Bir sahneye, bir onların yüz ifadelerine bakıyordum. Giysimin yakasından içeri yağmur suyu damlıyordu, ayaklarımın altında karanlıkta ortaya çıkmış ama kalabalık ve yağmurla can vermiş böcekler vardı, hissettiğim huzurdu.

Konser bitiminde yağmur yüzünden Lee Ranaldo'nun sahne alamayacağı bildirildi, böylece şemsiyelerimize sığınıp alanı hala orada duran acayip yapıya bırakarak, şimdi bakınca hayli tuhaf bulduğum bu deneyim üzerine düşünür halde evlere dağıldık. Hayatımıza "Jonsi şapkası" ve "Alex kazağı" nesnelerini katmış olarak.

devamı...

21 Nisan 2010

Johnny Flynn


Mumford & Sons ın dinlemeye başladığım zamanlarda albümünü edindiğim fakat henüz dinlemeye başladığım bir folk müzisyeni Johnny Flynn. İlk önce neden daha önce dinlemedim diye kendime kızdım fakat sonra Mumford and Sons lı günlerimi hatırlayınca şimdi dinlememin iyi olduğuna kanaat getirdim.

Johnny Flynn İngiltere'li genç bir müzisyen. Aynı zamanda Johnny Flynn & The Sussex Wit adlı bir de grubu var. "The Box" (2007), "Leftovers" (2008), "Tickle Me Pink" (2008), "Brown Trout Blues" (2008), "Kentucky Pill" (2010) adlı beş tane single ı, "Sweet William" (2009) adlı bir EP si ve 2008 yazında "A Larum" adıyla çıkarmış olduğu ve benim de dinlemiş olduğum bir albümü var. Aslında yeni bir albümü daha var ismi "Been Listening" fakat temmuz 7 de yayınlanacakmış o yüzden onu sonra eklememiz uygun olabilir. Unutmadan "Kentucky Pill" adındaki single ı 30 mayısta yayınlanacak bunu da ekleyelim.

Johnny nin müziği çağdaşları olan folk müzisyenlerine benziyor ama bancosu varlığını daha çok hissettiriyor ama ne Mumford and sons gibi baskın bir bluegrass yaptığını ne de tallest man on earth kadar daha blues folk a yakın olduğunu söyleyebilirim. Ama her ikisi arasında eklektik bir yerde duruyor gibi geliyor bana.

Dinlediğim albüm olan A Larum oldukça iyi bir albüm 14 şarkıyı da sıkılmadan defalarca dinleyebiliyorsunuz. Açıkcası folk dünyasında benim için parlayan başkaları içinse zaten parlamış bir müzisyen ve yine bunu söylemekte mutluyum ki bu müzisyenden oldukça umutluyum. Albümdeki The Wrote & The Writ parçasına vuruldum. Ama dediğim gibi albümdeki tüm parçalar birbirinden güzel. Dinlemeye başladığınızda şarkıların sizi sarması mümkündür eğer ki böyle yeni folk çalışmalarını dinlemekten zevk alıyorsanız.

Bu arada yazıda sürekli Mumford and Sons dan bahsediyorum ki bu da bu yazı içinde çok da tesadüf değil zira Johnny Flynn şu aralar Mumford and Sons ile avrupa turnesinde gerçi kül bulutları dolayısıyla ara verdiler galiba ama turdaşlar yine de. Onları birlikte dinlemek çok isterdim, kıskançlıktan ölüyorum. Son olarak sevgili Johnny Flynn in iki videosunu sona ekliyorum umarım ilginizi çeker. İyi dinlemeler.

Johnny Flynn - The Wrote and the Writ // A Take Away Show from La Blogotheque on Vimeo.



devamı...

Tarmac


Tarmac'la birkaç yıl önce tanışmıştım, bugünlerde kürkçü dükkanına döner gibi L'Atelier albümlerine takıldım ve orada ilk dinleyişimde farkına varmadığım bir lezzet buldum. Louise Attaque'ın 2001'de -dağılması değil- ara vermesinden sonra grubun solisti Gaëtan Roussel ve kemancısı Arnaud Samuel, Tarmac'ı kuruyor. Üç yıl sonra, 2004'te Louise Attaque kaldığı yerden devam ederken bu sefer Tarmac askıya alınıyor.

İkilinin ilk albümü L'Atelier (2001) favorim. Etkileyiciliğini yalınlığı ve samimiyet hissinden alıyor. Karşılıklı dans etme isteğinden, aşktan, unutuluştan, kişinin kendisiyle meselelerinden, dünyada yer bulabilme çabasından bahsederken politik de olan şarkıları var. Fransızcanın (bazı şarkılarda buna İspanyolca da ekleniyor) göz ardı edemediğim fonetik çekiciliği, müziğin tesirini artırıyor. Örneğin aşağıda verdiğim Dis-moi C'est Quand, göz pınarlarımı içeriden gıdıklıyor ne zamandır.

Daha sonra Joseph Dahan, Philippe Almosnino ve Yvo Abadi'nin gruba katılmasının doğal sonucu olarak işe davul, bas gitar, saksafon, bilgisayar, geri vokaller dahil oluyor. İkinci albüm Notre Epoque'ta (2003) enstrümantal şarkılar artıyor, işlenen temalar değişmese de müzikal açıdan ilk albümden oldukça farklı. Müzisyenlerle yüz yüze olma hissinin yerini prodüksiyonun verdiği "Evet, ben stüdyoda kaydedilmiş bir albüm dinliyorum" bilinci alıyor. Bu kişisel tercihlerinize göre olumlu ya da olumsuz bir durum olabilir tabii. Grubun daha çok dikkat çekmesini sağladığıysa yadsınamaz. Not edelim, albüme adını veren Notre Epoque'ta Walt Whitman'ın Once I Pass'd Through A Populous City şiiri, Chaque Ville'de ise yine Whitman'dan Salut Au Monde alıntılanıyor.

Bir de konser albümleri Concert Au Réservoir var ki henüz dinlemedim. Söyleyeceklerim işte bu kadar, kendileri anlatsınlar meramlarını. Adam gibi fotoğrafları da yok, albüm kapağıyla idare.

Dis-moi C'est Quand

devamı...

17 Nisan 2010

Seasick Steve


Uzunca bir süreden beri bırakın yeni albüm dinlemeyi, müzik bile dinlemeye vaktimin olmadığı şu günlerde bu yazıyı yazmayı kendime bir borç bilirim. Az önceki cümlemden de anladığınız üzere insanoğlunun başbelası olan "çalışmak" isimli mevzuyla meşgulum. Bu sabah bilgisayarımı açtığımda indirilecekler listesinin başında duran "seasick steve" isimli birşeyle karşılaştım. Birşey diyorum çünkü aldığım bu notun müzik mi? film mi? ne olduğunu unutmuşum. Kısa bir araştırmadan sonra anladım ki, bahsi geçen şey, Oakland, California'dan blues country müzisyeni Seasick Steve'in ta kendisi. Kendisini "şarkı ve dans adamı" diye adlandıran SS'in "Dog house music" isimli albümü başlar başlamaz Orta Amerika esintilerini de beraberinde getirdi ve albümün sonuna kadar da öyle devam etti. 3 telli gitarı, Mississippi drum machine adını verdiği ve perküsyon niyetine kullandığı tahta kutusu ve bir adet çatallı sesiyle, bence Türkçe'deki "az ama öz" söz öbeğine tekabul ediyor. Blues country sevenlere tavsiye edilir.


devamı...

The Morning Benders


Merhaba. Bir itirafla başlayacağım; şuraya yazmak istediğim çok grup var, buna rağmen böyle az yazmamın sebebi yazdıklarımdan tatmin olmamam. Gruplarla ilgili bilgi vermenin ötesinde, müziklerinin bana hissettirdiklerini aktarmaya çalışıyorum ama duygularımı yazılı hale getirmekte zorlanıyorum çoğu zaman. Okuması zevkli bir şey ortaya çıksın istiyorum, beceremediğimi düşünüyorum. Diğer yandan yazmadan durmak da istemiyorum. Bu yüzden artık daha fazla yazmaya, aklımdakileri tam olarak aktaramasam bile vazgeçmemeye karar verdim.

Bu kişisel açıklamalardan sonra, bir Cumartesi sabahı bilgisayar başında içimi ısıtan ve heyecanlanmama sebep olan The Morning Benders'a gelelim. Berkeley, California menşeli indie grubu 2005'te kurulmuş. Alışık olduğumuz gitar, bas, davul, klavye ve vokal formülasyonuna sahip. Talking Through Tin Cans (2008) ve Big Echo (2010) adında iki albümleri var. Ben de son albümleriyle keşfettim onları. Grizzly Bear'den Chris Taylor'ın prodüktörlüğünü yaptığı, 39 dakikalık bir güzellik.

Müziklerini dinlediğimde hissettiklerim, albümün kapağıyla örtüşüyor. Okyanusun kıyısında dalga sesi, deriye yapışan kum, yakmayan güneş, belki hafif rüzgar. Tatlı bir uyuşukluk hali, kulaktan yayılan huzur. Fısıldayan vokaller, ahenkli korolar, derin yankılı gitarlar, albüme sinmiş yaz sakinliği, yazlık kafası. Hele yılın bu zamanında o kadar iyi gidiyor ki. Camdan giren bahar havasına karışıp kendimi iyi hissettiriyor. Neşeleniyorum falan. Balkona çıkıp gerinmek istiyorum.

Belki size de benzer şeyler hissettirir The Morning Benders. Hemen bir şans verebilirsiniz. Aşağıdaki videoda San Francisco'dan arkadaşlarıyla birlikte Big Echo'nun açılış şarkısı Excuses'ı çalıyorlar.



The Morning Benders - Cold War (Nice Clean Fight)
The Morning Benders - All Day Daylight

devamı...

30 Mart 2010

The Tallest Children On Earth


Oturmuş yarın ki sınavıma çalışıyorum. Önceden belirli düzenler, tüm bilgimi eksik olmasının yanında bir hafızadan ibaret olmasıyla ilgili milyonlarca kelimenin yer değişimininin arkasındaki gizli sırı bilememek vs. tüm bunlara karşılık aklımın kaçış planı: konser yazısı yazmak.

25 mart yer indigo, İstiklal'in arka sokakları ve İstanbul'dayız. The Tallest Man on Earth u bekliyoruz. Konser heycanım Kristian Matsson dinleme heycanımın üstünde seyrediyor. Nasıl cesaret edebildiğime hala şaşırmakla birlikte konseri açan dj oluyorum. Seçtiğim şarkı, müzik, grup vs beğenen insanları görmek beni cesaretlendirirken heycanımla boğuşmamı zorlaştırıyor. Kafam karışıyor mikserin yüksekliğinden ayaklarıma kramplar giriyor, son zamanlarda sevemediğim birayı soluk almak için yudumluyorum, gözlerim artık birsey görmüyor. Bir an önce tallest ı dinlemek istiyorum. Oak ın sahneyi alması beni biraz rahatlatıyor. Sonra Tallest çıkmadan önce tekrar cdlerimin başına geçeceğimin gerceği beni şuursuz bir hala sokuyor. O arada çaldığım şarkıları nasıl ve hangi sırayla seçtiğim meçhul ama Tallest sahneye çıkmadan önce yanıma gelip elimi sıkıp benimle tanışınca ve iyi çaldığımı söyleyince ayaklarıma giren krampların heycandan olduğunu anlıyorum.

Kristian Matsson nam-ı diğer The Tallest Man On Earth sahneye çıkıyor. Selamını verip The Wild Hunt la başlıyor. Önlere geçiyorum, gürültülü ve sevimsiz kalabalık yine de biraz dayanıyorum: The Gardener, I won't be found, Shallow Graves, Pistol Dreams dinliyorum. Öndeki topluluk yordu. Kardeşim keşke yanımda olsa diyorum. Yukarı çıkıp konseri yandan izliyorum bar önü idare ediyorum. You're going back, Troubles will be gone, King of spain ve Amanda Bergman la söyledikleri parçayı dinliyorum şuan aklıma gelenler. Arada önüme doğru yaklaşan Kristian 'a These Days diye bağırıyorum. Yanıma gelip elimi sıkıyor tekrar tanışıyoruz zevklerimizin aynı olduğunu söylüyor. Sonra konseri bitiriyor derken geri dönüp gitarı alıp yanıma gelip These Days i çalmaya başlıyor. Heycanlıyım neden o şarkıyı istediğimi hatırlayamıyorum bir süre sonra kardeşim aklıma geliyor.

Tüm bu anlatıklarımla birlikte Kristian hayal ettiğimden sevimli, sıcak kanlı bir insan çıkıyor. Topluluğun kimi saçamalıklarının üstesinden yaptığı espirilerle geliyor, zeki buluyorum. Konserden sonra yanına gidiyorum hiç beklemediğim bir sürü güzel şey söylüyor. Tüm konserlerinde dj olabilme garantisini veriyor, gülüyorum. Çok şaşkınım. Birden ne kadar yorulduğumun farkına varıyorum ve çok doluyum, unutmamak için sürekli düşünüyorum o anların bazılarını. Çaldığım parçalardan özellikle Mumford & Sons (daha önce onlarla ilgili yazı yazmıştım), Deer Tick ve Dock Bogs dinlemek onu çok mutlu etmiş bunu öğreniyorum. Hatırladıklarım bunlar.

Şimdi felsefi problemlerin içine gömülmeden önce güzel bir hatıra olan o geceden Berk Çakmakçı'nın nam-ı diğer I Create Soundscapes in yüklediği videoyu sona ekliyorum. umarım bir sorun teşkil etmez ve konser sırasında fotograf çeken arkadaşım Artemis Günebakanlı'nın yani manyetikbantın çektiği bir fotografı da başlığın altına koyuyorum. Son olarak bu yazdığım yazı konserin bir kısmıydı tam bir yazı yazabileceğimi de sanmıyorum umarım az da olsa birşeyler hatırlatır.

The Tallest Man On Earth "The Gardener" from Berk Cakmakci on Vimeo.



devamı...

25 Şubat 2010

The Greenhornes


Bugün sıkıntıdan ne yapacağımı bilemezken, aklımın bir köşesinde "yazılır ki bu" etiketiyle bekleyen gruplardan birine el atmaya karar verdim. Size Cincinnati, Ohio'lu garage rock grubu The Greenhornes'tan bahsedeceğim. Vokal ve elektrogitarda Craig Fox, basta Jack Lawrence ve davulda Patrick Keeler'dan oluşan grup (son iki isim The Raconteurs'te de çalıyor), 60'ların sesini duyuruyor.

1996'da "Us And Them" adıyla lise grubu olarak kurulmuş ve ilk single'larını 1998'de yayımlamışlar. Ertesi yıl da ilk uzunçalarları Gun For You çıkmış. Bunu 2001'de The Greenhornes, 2002'de Dual Mono ve 2005'te East Grand Blues EP'si izlemiş. Holly Golightly ile ortak çalışmaları There Is An End, Jim Jarmusch'ın 2005 yapımı filmi Broken Flowers'ta yer almış. Bir süredir dinlediğim albümleri Sewed Soles, önceki albümlerinden bazı parçaların eski kayıtlarıyla birlikte yeni şarkılar da içeriyor ve grupla tanışmak için uygun.

Sewed Soles daha açılış parçası It's Not Real'da yakaladı beni. Bu pekala bir The Kinks şarkısı da olabilirdi. Albümde ilerledikçe garage rock'ın ham soundu, pürüzlü ve arada blues'a meyleden vokaller, gıcırtılı ve ağlayan gitarlar ve saf enerjiyle sarıldım. Gözlerimi kapasam kendimi lezzetli bir Amerikan filmi klişesinde, bir mezuniyet balosunda sahnedeki takım elbiseli çocukların müziğiyle eteklerimi uçurarak dans ederken bulabilirdim. Çok fazla şey çağrıştıran bir müzik bu. Sizi Sewed Soles'tan iki şarkı ve bir videoyla başbaşa bırakıyorum. Tanışın, kaynaşın.

Lies
Stay Away Girl


devamı...

14 Şubat 2010

Blind Pilot


Uzun süredir birşeyler yazmak için dinlediğim grupları sıraya koyuyordum ve yazmaya başlıyordum ama sonunu getiremiyordum bir türlü yazıların. Blind Pilot yazmak için listelediğim gruplardan değildi ama dinlemeye başlayınca kendiliğinden oluverdi, yazmak o kadar da zor gelmedi.Blind Pilot, Portland Oregon'lu bir grup (Tesadüf:Nurses grubunun da olduğu gibi). Grubumuzu Israel Nebeker (vokal-gitar) ve Ryan Dobrowski (davul) oluşturuyor. Blind Pilot ikilisi ilk turlarını bisikletlerine atlayıp Batı Yakasını gezerek yapmışlar. Bu bisikletli müzik turlarını ilk ikisi Vancouver'dan Meksika sınırına kadar olacakmış ve fakat bisikletleri San Francisco Modern Sanatlar Müzesi'nin önünde çaldırmışlar ve tur kısa sürmüş.Israel daha sonra bisikletini Craigslist'te satılık olarak görmüş ve yaklaışık 50 dolara geri almış ama Ryan için yazık olmuş tabi. Daha sonra gruba yeni müzisyenler de katılmış ve grup turlara altı kişi olarak bir minibüsle devam etmişler.

Bisikleti çok seven bu grubun müziğinden bahsetmem gerekirse indie olarak nitelendirebilirsiniz ama folk esintileri olmadığını söyleyemem nitekim 2008 de "3 Rounds and a Sound" albümleri yayınladıktan sonra 2009 yılında yayınladıkları EP' lerinde Gillian Welch'in "Look At Miss Ohio" parçasını bir de coverı bulunmakta ve albüm iTunes üzerinden yayınlanmış. Grubun single ı olan"Go on Say it" Temmuz 2008 de haftanın single ı secilmiş ve 3 Rounds and a Sound adlı albümleri ise Billboard Top Digital Albums sıralamsında 13. olmuş. Albümdeki "Oviedo" ve "The Story I Heard" parçaları favorimdir. Açıkcası ben bu gruptan çok umutluyum başka güzel çalışmalar da yapacaklarını düşünüyorum eğer siz de bir yerlerde rastlarsanız dinlemelisiniz diyorum. İlginizi çekebilir düşüncesiyle "Go on Say it" in resmi videosu ekliyorum, iyi dinlemeler.


Blind Pilot "Go On, Say It" from Team G on Vimeo.

devamı...

23 Ocak 2010

Nurses


2010'daki ilk yazım yukarıda gördüğünüz adamlar üzerine olacak. Kendileri Portland Oregon'dan James Mitchell, John Bowers ve Aaron Chapman; yani Nurses. Gitar, keyboard, piyano, elektronik edevat ve vurmalılarla çok tatlı bir müzik yapıyorlar. Bunu deneysel folk olarak adlandıran var, pyschedelic pop diyen var, siz karar verin. Grubu kuran Aaron ve John vokalleri paylaşıyor, James ise vurmalılardan sorumlu.

Aaron ve John ortaokuldan beri arkadaşlar. Birlikte müzik yapmaya başladıktan sonra Idaho'dan California'ya, oradan da Chicago'ya taşınmışlar ve sonunda Portland'da karar kılmışlar. James de gruba burada katılmış. İlk albümleri "Hangin' Nothin' But Our Hands Down" 2007'de, Portland'a gelmeden önce yayımlanmış. Indie'ye yakın duruyor. Asıl dikkat çeken işleri geçen yıl Dead Oceans'tan çıkan "Apple's Acre". Bu albümde müziklerinin olgunlaşıp bir kimlik kazandığı açıkça görülüyor. Kendileri de artık geleneksel rock'n roll enstrümanları dışında farklı şeylerle denemeler yapmak istediklerini belirtiyorlar.

Nurses şarkıları bana şehrin değil, fotoğrafta gördüğünüz gibi ağaçlı bir yerlerin havasını hissettiriyor, belki de bu yüzden onları dinlemek huzur verici. Aaron ve John'un birbirine dolanan ahenkli vokallerinin sakinleştirici bir etkisi var. Geri plandaki vurmalılarla birleşip sizi bir nevi transa sokarak farkında olmadan sağa sola sallanmanızı sağlıyorlar. Bazı şarkılar arasındaki geçişleri fark etmiyorsunuz bile. Apple's Acre'i bir solukta bitirebilirsiniz. Grup üyeleri, albümün görsel yönünün güçlü olduğunu ve konserlerde müziklerine eşlik edecek görseller kullanmayı düşündüklerini, konserlerini bir multimedya deneyimine dönüştürmek istediklerini söylüyorlar.

Nurses'le tanışmak için sizi aşağıdaki videoya davet ediyorum. Myspace sayfaları dışında takip edebileceğiniz bir de blogları var.

Art In The Age Presents... Nurses "Manatarms" In-Store Performance from Art In The Age on Vimeo.

devamı...