01 Aralık 2009

Ramona Falls - Intuit


Bir ayı geçen sessizliği Menomena'dan Brent Knopf'un solo projesi Ramona Falls'la bozalım. Menomena'nın yeni albümünün kayıtları gecikince Brent Knopf, elindeki Menomena-dışı materyali bir albüme dönüştürmek için Portland ve New York çevresindeki 35 müzisyen dostuyla işbirliğine gitmiş. Onları ziyaret edip birlikte kayıtlar yapmış ve Intuit'i ortaya çıkarmış.

Dediğine göre albümün yüzde sekseni kendi planladığı şekilde, yüzde yirmisi de bu müzisyenlerin doğaçlamalarıyla oluşmuş. Ramona Falls adı, Knopf'un çocukken yürüyüş yapmaya gittiği Mount Hood yakınlarındaki şelaleden geliyor. Knopf'un hem yumuşak hem güçlü olabilen sesi ve akustik gitar albümün atmosferinde belirleyici olurken, keyboard ve elektrogitar şarkılara dramatik bir etki katarak onları farklılaştırıyor. Ramona Falls'un müziğinde en çok hoşuma giden şey bu. Şarkılar boyunca ara sıra yükselen bir keyboard, bir elektrogitar tınısı veya etkileyici bir geri vokal. Sakin ve yoğun bir müzik oluşturacak şekilde yerleştirilmişler.

Albümden çıkan ilk single I Say Fever, çok iyi bir videoya sahip. Albümün geneliyle ilgili fikir verebilecek iki şarkıyı da aşağıdan dinleyebilirsiniz. Bir aydır zevkle dinlediğim bu albümü kulaklarını güzel müzikle dinlendirmek isteyenlere tavsiye ederim.

Russia
Going Once, Going Twice

devamı...

18 Ekim 2009

Pearl Jam - Backspacer


Her yeni Pearl Jam albümü, benim için bir sınav gibi. Hayatımda özel bir yere sahip olmaları, albümlerini değerlendirmemi zorlaştırıyor. Bir yandan heyecan, bir yandan hayal kırıklığına uğrama stresi. Yine de "Beğenmedim" dememi engelleyecek kadar kör edici bir fanatiklik içinde değilim.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki grubun 9. stüdyo albümü Backspacer'ı beğenmek için Pearl Jam fanatiği olmaya gerek yok. Albümün buna ihtiyacı yok. Pearl Jam'in 90'lara geri dönmesini ya da grunge'ın dirilmesini kimse beklemiyor, böyle bir vaat de yok zaten. Elimizdeki 37 dakikalık, enerjik, derinlikli ve Amerikalı bir rock albümü. Grubun üzerindeki etkiler (Buzzcocks, Ramones, The Who, Bruce Springsteen, zaman zaman country) açıkça görülüyor.

İlk üç şarkı; Gonna See My Friend, Got Some ve ilk single The Fixer, hızlı ve iyi bir başlangıç oluşturuyor. Üçü de bir ağızdan söylenebilecek konser parçaları. Johnny Guitar'ı dinlerken artık biraz yavaşlamak istiyorum ve Just Breathe yetişiyor. Tam bir Into The Wild şarkısı (filmin soundtrackinin Eddie Vedder'a ait olduğunu hatırlatayım). Ardından gelen Amongst The Waves ise derin bir nefes aldırıp gerçekten Pearl Jam'i dinlediğimi hissettiriyor ve çektiğim gitar solosu özlemini bitiriyor. Onu kovalayan Unthought Known ile birleşip albümün bence doruğunu oluşturuyor. Hız tutkusunun bir diğer ürünü olan Supersonic, şu güzel ortamı bozar gibi. Speed Of Sound pek iz bırakmadan geçse de Force Of Nature ve The End, albümü başarıyla kapatıyor.

İlk şarkıların koşan temposu, sonraki sakinleşmeyle dengeleniyor. Aksi halde monotonluğa düşebilirmiş albüm. Bu haliyle Pearl Jam'in ölmediğinin kanıtı. Yield sonrası albümler içinde bakıldığında hayli başarılı. Toplamda derli toplu, iyi bir rock albümü.

devamı...

03 Ekim 2009

Timber Timbre



Uzun süredir Timber Timbre yazısı yazmayı düşünüyordum ki beklemekten ve yazmayı düşünmekten yorulmuş bir zihinle eyleme geçmeye karar verdim. Belki de söyleyecek çok şeyim var ve hepsini bir araya getirmeye korkuyorum ama bir yerden de başlamak lazım.

Timber Timbre Kanada/ Ontorio dan Taylor Kirk un projesi. Taylor Kirk çoçukluk yılla
rında babasının aldığı davulu çalarak müzikle uğraşmaya başlamış, gitarla birlikte rock n roll u benimsemiş ve şuanki müziğine etkisi olan OACD de film okumuş ve tüm bunlarla bugünkü müziğini oluşturmuş diyebilirim. Out of Sparks dan çıkardığı Cedar Shakes (2006) ve Medicinals (2007) albümlerinden sonra bu yıl Arts & Crafts dan çıkardığı Timber Timbre albümüyle dikkatleri üzerine çekmiş olduğunu belirtmem gerekir. Bu arada küçük bir bilgi son albümünün çıkardığı plak şirketi Great Lake Swimmers gibi Kanadalı başka önemli gruplarında çalıştığı bir şirkettir ve bu da daha çok kitleye ulaşmasında etkili olmuştur şüphesiz. Bu son albümünün şöyle önemli bir özelliği daha var o da bu yıl bir çok önemli müzisyene de verilen Polaris Music Prize almayı hak kazanan albümlerden biri olmasıdır.

Timber Timbre müziğine gelirsem ilk çalışmaları daha deneysel ya da freak folk a daha yakın farklı bir şeyler yapıyorum izlenimi veriyor. Oh Messiah adlı parça klibi de mevcuttur ki bu ilk çalışmaları için iyi bir örnektir. Son albümü ise bence bir baş yapıt. Demon Host, Trouble Comes Knocking ve diğerleri oldukça güçlü şarkılar. Müziğindeki bassları, davulları ve vokalini- sesini kullanma şeklini oldukça iyi buluyorum. Bana kalırsa blues-folk un en iyi örneği. Vokali için "ben soul ya da blues söylemeye çalışan beyaz bir adam değilim" diyerek aslında kendisinden de birşeyler kattığını söylemeye çalışıyor. Bunların dışında sinematik özelliğine gelirsek ki bu da parçalarında yarattığı atmosferden ileri gelir ve sözleri de bunu sağlar. Bunun için son albümdeki "Lay Down In The Tall Grass" adlı parçanın sözlerini örnek olarak verebilirim ki kendisi de bir röportajında bu durumu yine bu örnekle dile getiriyor:

“I dreamt you found me out in a field/You tripped over my site / and you dug me out of this shallow grave / with your Swiss Army knife. / And only you could revive me, so badly decomposed; / I was born white, dry and scaly / but you still took me home.”

Nefis karanlık, sofistike, hayret ettirici, hayranlık uyandırıcı bir müziği var. Son olarak kendisini folk şarkıcısı olarak nitelendiren Kirk un son projesi ise Bo Diddley ve Chuck Perry in kanına bürünüp geleneksel rock n roll kaydı yapmakmış. Bunun için de daha önce üzerlerine yazı yazdığım bir Bruce Peninsula elemanı olan arkadaşı Matt Cully ile biraraya geleceklermiş. Merakla bekliyorum ve henüz tanışmadıysanız eklediğim videoyu mutlaka izleyip dinlemelisiniz.

http://www.myspace.com/timbertimbre



not: 7 Ekim çarşamba altıkırkbeş lokalde folk ve folk un içinde olduğu farklı türlerden oluşan müzikleri çaldığım dj performansım olucak ilgilenenleri beklerim, bekliyorum, gelin. Afiş için manyetikbant a teşekkür ediyorum.

devamı...

29 Eylül 2009

Alice In Chains - Black Gives Way To Blue


Gruplarda eleman değişikliklerinden sonra çıkan yeni albümlerde her zaman yeni müzisyenin gruba neler kattığına dikkat ederim. Ancak bu albümde öyle yapmayacağım. Çünkü Alice in Chains son albümü çıkaralı neredeyse 15 sene olmuş. Çok sevgili abimiz, Layne Staley 2002 yılında bu dünyadan ayrılmış ve doksanların sonuyla birlikte grunge, üzülerek söylemek gerekirse ,vefat etmiştir. Bu haliyle ele alındığında 2009 yılında çıkan bu albümü diğer re-united ya da eleman değişikliği sonrası albümlerle aynı kefeye koymayı pek doğru bulmuyorum.

Her eleman değişikliğinden sonra yapılan "eski adam daha iyiydi, yok bu yeni herif daha iyi olmuş, grup kendini çok bozmuş" gibi sonuçsuz yorum çılgınlığına son vermek için Jerry Cantrell gitmiş Layne'nin bonus saçlı versiyonunu tutmuş ve vokale koyuvermiş, adını da William Duvall koymuş. Kanaatimce çok da iyi yapmış. Öyle ki, bu kadar uzun ara vermiş bir grubun başına alakasız bir adam getirmek, dirilme belirtileri gösteren bu canavarı ebediyen mezara da sokabilirdi. William Duvall açısından bakarsak ise durum biraz karışık; Öyle ki, birçokları ona, Layne Staley'i taklit ediyor gözüyle bakabilir, hatta adamın kendine özgü bişey yapmadığı da iddia edilebilir. Ancak Layne'nin ardından bir gruba gelmek ve sırıtmadan albümü kotarmak da kolay iş değildir. Bu hususta kendisini tebrik etmek gerekir. Kaldı ki, ölen efsanevi bir vokalist ardından ondan daha iyisini bile getirseniz pek fayda getirmeyecektir.

Grubun geri kalanı ise sanki dondurulmuş da yeni çözülmüş gibi. Özellikle Jerry Cantrell'de hiçbir değişim yok. Dostum o "check my brain"deki riff nasıl birşeydir öyle? Uzun uğraşlarımdan sonra bu riffi gözü dönmüş bir Alman panzer tankına benzettim.

Albüme gelicek olursak William Duvall'ınkine benzer bir akıbeti olacak sanırım. "Dirt"le "Facelift"le karşılaştıranlar olacak. Bence gayet başarılı bir albüm. Çıkış parçası "check my brain" "last of my kind" "your decision" gibi parçalar ilk dinleyişte göze çarpanlar. Bence AIC bu albümü 2000'lerin başında çıkarsaydı daha iyi ederdi ama kısmet bu yılaymış der yazımı bir maniyle bitirmek isterim.

Sandalyede oturarak dans edilmez
Seattle'lı adam timbaland ayakkabı giymez
Hareketlerine dikkat et chris!
Layne Staley seni affetmez

Not: 1 ekim'de Kadıköy 6 45 local'de endüstriyel rock gecesinde, üzerinize afiyet dj'lik yapacağım. İlgilenenleri beklerim.

devamı...

25 Eylül 2009

Mumford & Sons


Mumford & Sons dinlemeye yeni başladım sayılır fakat onlar hakkında yazı yazmaya karar vermemiştim ki onlar üzerine yazılan yazıları ve yorumları okuyunca çeşitli bloglarda ben niye yazmıyorum dedim kendi kendime ve asıl yazmayı düşündüğüm diğer çok sevdiğim müzisyeni beklemeye aldım. Önceliği verdiğim Mumford & Sons İngiltere- Londra kökenli bir grup. Marcus Mumford (Davul, Gitar, Vokallerde), Country Winston (Banjo, Slide Gitar, Vokallerde), Ted Dwayne ve Ben Lovett (Key ve Vokallerde) oluşan 4 kişilik bu sevgili grup için bluegrass müzik türünün başarılı temsilcilerinden olduklarını söyleyebilirim.
Kısaca bluegrass dan bahsetmem gerekirse bu tür ABD nin güney kesimdeki Appalachia bölgesinde yaşayan özellikle İrlanda, İskoçya ve İngiltere kökenli insanların yaptıkları geleneksel bir müzik türüdür. 'Bluegrass' da en çok dikkat çeken müzik aleti ise banjodur. Diğer enstürümanları ise mandolin, akustik gitar, kontrabas ve fiddle (kemandır fakat köylü kemanı olarak da geçiyor o yüzden okuduğum haliyle yazıyorum) olarak sıralayabilirim. Biraz da vokallerden bahsedersem ki bu tür için önemli bir özelliktir. Vokaller oldukça güçlü ve etkili ki bu türün vokal soundu için ' high lonesome sound' olarak nitelendirmeler yapılıyor ve bu da aslında tüm bir vokali anlatabiliyor. Amerikan folk müziğinin bir diğer örneği olan bu müziği Mumford & Sons belki en eski haliyle yapmıyor olabilir ama açıkcası bence grup bu türün dışında da iyi bir müzik grubu. İlk Ep lerini 2008 yılında "Lend me your Eyes" adıyla yayınlıyorlar daha sonra ise benim de onlarla tanışmam olan "Love Your Ground" u yayınlıyorlar. Her iki EPde de dört şarkı bulunuyor. "Love Your Ground" daki Little Lion Man adlı şarkı favorimdir. "The Cave and The Open Sea" ise sınırlı sayıda yayınladıkları üçüncü EPleridir ve bu yüzden belirtmem gerekir dinleme şansım olmadı. Son olarak belirtmeliyim grup Laura Marlig ile beraber turlarına devam ediyor. Tanışmanız için Little Lion Man parçasının resmi videosunu ekliyorum sona. İyi dinlemeler.

devamı...

11 Eylül 2009

if these trees could talk


Bilgisayar karşısında müzik dinlemeyi pek sevmiyorum. Önümde bilgisayar varken rahat duramıyorum ve sitelerde gezinmeye başlıyorum, sonra bakıyorum ki dinlediğim şey bir kulağımdan girip diğerinden çıkmış. Bu yüzden yeni tanıştığım, tanışmak istediğim grupları ya yattığımda dinliyorum, ya da bir yerlere giderken yolda. Dinlediklerim belli güzergahlar ve yol manzaralarıyla birlikte kaydoluyor hafızama. Yeni bir yazıyı geciktirmiş olmamı da bugünlerde evden çok az çıkmama bağlıyorum.

Müziğin internetten indirilebilir olmasının yan etkisi olarak bolca indirdiğim ama hakkını vererek dinleyemediğim gruplar çoktur. Bunun yanında, bahsettiğim gibi siteler arasında hoplarken fon müziği olmaktan çıkan, ekran karşısındaki işitsel dikkatsizliğime rağmen kendini fark ettiren gruplar da oluyor. If These Trees Could Talk da bunlardan biri.

Akron, Ohio'lu, üç gitar, bir bas ve bir davuldan müteşekkil bir post rock grubu. Kendi adlarını taşıyan 2006 tarihli ilk albümlerinin prodüksiyonu da kendilerine ait. İkinci albümleri Above The Earth, Below The Sky ise bu yılın Mart ayında çıktı. Ne zaman bir grubun müziğini tanımlamak istesem kendimi yetersiz hissederim. Yine de deneyeceğim ve güçlü, içinde kaybolunacak bir müzik yaptıklarını söyleyeceğim. Post rock türü içinde en sevdiğim şey olan delayli, çok katmanlı gitarlar ve şarkının dallanıp budaklanarak açılması hissi burada mevcut. Birbirinden ayırt edilemeyen post rock gruplarından artık heyecan duymasanız bile bu arkadaşlara bir göz atın derim.

Birkaç şarkılarını şuradan dinleyebilir, bir röportajlarını da şurada okuyabilirsiniz.
Above The Earth, Below The Sky'dan sevdiğim bir şarkıyla iyi akşamlar diliyorum.

Rebuilding The Temple Of Artemis

devamı...

23 Ağustos 2009

Pekko Käppi


Ne yazsam ne yazsam diye düşünürken karşıma Finlandiyalı Pekko Käppi çıktı ve ben de vakit kaybetmeden onun hakkında birşeyler yazmaya karar verdim.Pekko Käppi Finlandiya'nın Tampere kentinde yaşayan bir müzisyen. Päivänsäde adlı finli deneysel folk grubunun üyesi olan Pekko nun aynı zamanda solo çalışmaları da mevcut. Bu finli folk müzisyeninin solo çalışmalarının en önemli özelliği ise fin halk çalgısı olan bir çeşit lir olan jouhikko nun varlığı. 1997 yılından beri jouhikko ile müzik çalışmaları yapan Pekko 2001 de “Kalastajia ja kaivostyöläisiä” adlı ilk EP sini yayınlar. Son çalışması olan “Jos ken pahoin uneksii” ise bu sene yayınlanan Pekko Finlandiya' da deneysel ya da değil folk müziği yapan aralarında Jouhiorkesteri, Lau Nau ve Kiila nın da olduğu bir çok grupla da çalışıyor. Son çalışmasındaki ortaçağa ait çalgı olan jouhikko nun varlığı müziğine ezoterik bir hava katmış. Pekko nun vokaliyle de zenginleşen bu müziği sevmekte zorlanmıyorsunuz ayrıca diğer iskandinav dillerinden faklı bir melodiye sahip olan finceyi Pekko'dan dinlemek de kulağa iyi geliyor.

devamı...

18 Ağustos 2009

Yazın son keder kadehi içildi


Öncelikle belirtmek isterim ki Faith no more kanaatimce rock müzik tarihinin, yabancı tabirle belki de en underrated gruplarından biridir. Bu durum kesinlikle grubun özgün yapısıyla alakalıdır. Öyle ki, Bay Area California'dan 80'ler ve sonrasında çoğunlukla thrash metalin bıçak gibi soundlu grupları çıkarken abilerimizin böyle bir tür karmaşası ve deneysellikle çıkmaları bile durumun ehemmiyetini ortaya koymaktadır.
Kısaca anlatmak gerekirse 1989 yılında epic isimli parçada rapimsi vokaller kullanan grubumuz, 1992 tarihli Angel Dust albümünde ise fütursuzca Lionel Ritchie'den easy isimli parçayı coverlıyabiliyordu. Bunları takip eden King for a day ve album of the year albümlerinde de cuckoo for caca, evidence, last cup of sorrow, stripsearch gibi zamanın ötesinde parçalar yazan grumuz bu tavrıyla tabir-i caizse müzik piyasasından birçok isimle "düşman edinmenin nazik sanatını" icraa etmiş ve yazımın başında bahsettiğim gerektiği kadar tanınamama durumuna düşmüştür. İşte bu sebeptendir ki FNM'yi böylesine geç izlemiş bulunmaktayız.

Konsere gelicek olursak, organizasyon, Nekropsi'nin kısa ama öz performansıyla açıldı. "Papa"nın çalınmadığı mini playlist daha çok "sayı 2" albümü ağırlıklıydı. Nekropsi'ye söylenecek tek şey konser performanslarının iyi olduğu, yanlız konser soundlarının albümlerin çok gerisinde kaldığıydı. Özellikle grubun, Küçükçiftlik gibi, barlara nazaran daha büyük sahnelerde çalarken sounda daha dikkat etmesi kanaatindeyim. Sonrasında çıkan "kurban" ise eski yeni şarkılardan bir potpori sundu. Ancak anladığım kadarıyla ya havalarında değillerdi, ya da onlar da FNM'yi sabırsızlıkla bekliyorlardı ve bitse de gitsek tadında bir performans sergilediler.

Esas mevzuya gelicek olursak, konser öncesi yapılan sohbetlerde düğün salonu benzetmeleri yapılan kırmızı perdeler açılıp da ışıkla birlikte renklenince gördüm ki FNM karşımda mini bir cehennem yaratmış. Youtube'dan takip ettiğimiz kadarıyla bu seneki playlistlerinin değişmezi, yeniden birleşmelerinin şerefine yaptıkları reunited coverıyla başlayan konserimiz, sırasıyla from out of nowhere, land of sunshine, caffeine, evidence, surprise! you're dead, last cup of sorrow, digging the grave, easy, ashes to ashes, midlife crisis, i started a joke, gentle art of making enemies, king for a day, be aggressive, epic, just a man, chariots of fire-stripsearch, midnight cowboy ve cuckoo for caca ile sona erdi. Pembe takım elbiseleriyle arz-ı endam eden Jon Hudson, Roddy Bottum, Billy Gould , Mike Patton ve predator gibi adam mike bordin geçen onca yıla rağmen şahane bir performans ve seyirciyle iyi bir etkileşim içerisindeydiler. Öyle ki, FNM çok arıza bir grup olmakla birlikte, Mike Patton ise üst üste 100 tane redbull içmiş tımarhane kaçkını gibi bir adamdır. Bu durum, konser öncesi beni "kesin bizim seyirciyi beğenmeyecekler ve soğuk bir konser olacak" endişelerine soksa da özellikle Mike Patton ve Roddy Bottum'un memleketimizden memnun kaldıkları yüzlerinden okunmaktaydı. Hatta Patton'un baya baya mutlu olduğu bile söylenebilir.

Ağaçlardaki yaratıklar ve onlara adanan ashes to ashes , Patton'un sahne önüne gelmesi ve seyircilerin arasına karışması, çok klişe olmasına rağmen türk bayraklı t-shirt giyme olayı gibi leziz detaylar sonucunda söyleyebilirim ki İstanbul çok büyük bir grup izledi. İzleyenler torunlarına anlatsın, izlemeyenler ise gitsin bir köşede ağlasın der ve aranızdan ayrılırım.

Not:Last cup of sorrow'da bir öküze dönüşerek incittiğim dostlardan özür dilerim.


Fotoğraf:Erdal Mahir Curan

devamı...

10 Ağustos 2009

Bruce Peninsula-A Mountain is A Mouth


Leonard Cohen'e kulak kabarttıktan sonra sizi Cohen'nin memleketine götürmeye karar verdim ve böylece ordan çıkan farklı seslere de kulak kabartabilelim diye. Bruce Peninsula Ulusal Parkına gidiyoruz o zaman.Bruce Peninsula Kanada'da bulunan muhteşem bir doğaya, Niagara falezleri ile harika bir manzaraya sahip ulusal bir park. Neden bu parktan bahsediyorsun sorusunu sormanıza izin vermeden konuya geliyorum. Yazımın konusu olan Bruce Peninsula aynı zamanda Kanadalı bir grup folk delisinden oluşan bir müzik grubu da o yüzden. 2006 yılında temelleri atılan grup. Alan Lomax in arşivinin de takipçisi diyebiliriz. Peki kim bu Alan Lomax? Alan Lomax, müzikolojist ve folklorist. Muhteşem folk arşivine sahip bir adam ve bu arşiv sadece Amerika ve İngiltere ile sınırlı değil sınırlar İspanya ve İtalya'ya kadar uzanıyor. Grubumuz böyle bir ilhama sahipken yaptıkları müziği dinlemek tabiki merak icabı oluyor ilk durumda. Grup müziğini bir grup kilise ve yıkık evleri gezdikten sonra A mountain is a mouth albümünü yayınlayınca meraktan çıkıp kulak kabartmak istiyorum ben de onlara. Grup üyelerini sayamıyorum çünkü sayıları bir hayli çok ama derin vokaller, folk korosu ya da bir folk orkestrası desem yanlış olmaz sanırım onlarla ilgili olarak. Sonuç olarak Bruce Peninsula'nun muhteşem doğasını şuan göremesek de ordan çıkan bu seslere kulak verebiliriz sanki diyor ve bitiriyorum.

devamı...

09 Ağustos 2009

leonard cohen'e kulak kabarttım


Bu konser yazısı diğerlerinden farklı, gidenlerin haklı olarak anlata anlata bitiremediği Leonard Cohen konserine dışarıdan bir bakış. Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nun giriş kapılarının hemen yanından, alanı sınırlayan demirlerin dibinden. Ve bu geceye dair anlatabileceğim şeyler sahneyle değil, hissettiklerimle ilgili. Gördüğüm değil, duyduğumla.

6 Ağustos akşamı, konserden yarım saat önce kapılara giden merdivenin kıyısında beklemeye başladık. Binlerce insan geçti önümüzden, ilk şarkılarla birlikte azalarak bittiler. Merdivenler Cohen'i duymak isteyen ama bir sebepten bileti olmayanlara kaldı. Tek başına duvara dayanıp gözlerini kapayanlar, arkadaşlarıyla şaraplarını paylaşanlar, içeri girmenin yolunu arayanlara.

Leonard Cohen'in sesini duyabilmek gerçek dışıydı, hele rüzgarın yönünü değiştirmesiyle bir yaklaşıp bir uzaklaşırken. Sahnede neler olduğunu ancak tahmin edebilirdim, tek görebildiğim sahne ışıklarının yüzlerine vurduğu seyircilerin bir kısmıydı. Ben de sırtımı demirlere yaslayıp göğe baktım. Ay vardı, bulutlar vardı, karşımdaki ağaçların yüksek dalları vardı. Sadece o ses olsun istediğimde başımı eğip gözlerimi kapadım, havayı soludum. Anthem, The Future, The Partisan. Şarkılar bittikçe içeridekiler gibi dışarıdakiler de alkışlıyordu. Hallelujah, I'm Your Man.

Ara sıra gözünü karartıp demirlerden içeri atlayanlara bakıp kendimi cesaretlendirmeye çalıştım ama yapamadım. Konsere ara verildiğinde güvenlik görevlilerinden biri demirlerin üzerindeki birini fark etti ama yanımıza kadar geldiğinde neyse ki kaçağımız yeniden dışarı çıkabilmişti. Görevli nasıl bir düşmanlıkla doluysa, adamı eline geçiremediği için çok sinirlendi ve bağırıp çağırmaya başladı. Dışarıdakilerin kendisine karşılık vermesi ve içeri atlamaya çalışan kişiyi koruması üzerine hızını alamayıp yanımıza geldi ve insanlara bağırmaya başladı. Diğer güvenlik görevlileri sonunda gözü dönmüş arkadaşlarını alıp götürdüler.

Konserin ikinci yarısıyla, Maçka tarafında canlı müzik yapılan bir mekandan gelen seslere rağmen yeniden kulak kesildik. Cohen'in konuşması çoğu zaman fısıltı gibiydi, kelimeler bize ulaşmadan dağılıyordu. Bislere yaklaşırken birkaç kişi kalkıp giriş kapısına gittik. Harbiye'deki bazı konserlerde biste kapıların açılıp dışarıdaki az sayıda insanın içeri alındığı olmuştur. Kapıda insanlar tüm iyi niyetleriyle güvenlik görevlisinden kendilerini 1-2 şarkılığına içeri almasını istiyordu. Ve kanımca buna hakları da vardı. Görevli bunu yapamayacağını, İKSV'nin görevlisi kendisini görürse işinden olabileceğini söyledi içtenlikle.

Bunun üzerine istekler minimuma indi, sadece sahneyi görüp çıkmak istiyorduk. Sesini duyduğumuz adamın siluetini görmek istiyorduk 30 saniyeliğine. Görevli de bize eşlik edebilirdi, zaten topu topu 5 metre yürümemiz gerekiyordu kapıdan. Teker teker bakıp çıkardık. Yine olmadı. Kapının dibinde oturup yine dinlemeye koyuldum. Haksızlığa uğramış gibi hissediyordum ve bunun bilet fiyatlarıyla, daha bislere bile gelmeden çıkıp gidenlerle ilgisi yoktu. Olayı algılayışım, bu konserin ticari bir şey olduğu, bu hizmeti almak için parasını ödemem gerektiği şeklinde değildi. Gördüğüm kimsenin iyi niyetini suistimal etmeden birkaç dakikalığına içeri girmek isteyen insanlar ve onları içeri almak istediğini ama işini kaybetmekten korktuğunu içtenlikle söyleyen bir adamdı. O anda aramızda halledeceğimiz bir konu olarak gördüğüm bu şeye karışan o kadar çok kurum, kişi, kavram vs. vardı ki bunları düşünmek dikkatimi dağıttı. Yoğun bir hüzün duyuyordum ve konser bitiyordu. Bir yenilmişlik hissiyle oradan ayrılmak üzere merdivenlerden aşağı inerken tek bir cümle duydum: "Sincerely, L. Cohen." Famous Blue Raincoat'un sadece bu cümlesini duyabilmiş olmak sarsıcıydı. Kederimin altına imzasını atmıştı yine.

Konser yazılarını yazarken bir yandan o kişi/grubun müziğini dinlerim ve şimdi fark ediyorum ki Leonard Cohen şarkıları eskisinden daha hüzünlü oldu benim için. Yıllardır içlerinde biriktirdikleri hislere bir de bahsettiklerimi eklediler. Şimdi konser gecesinin duygusallığından biraz sıyrılmış olarak düşündüğümde hala neden son biste kapıların açılmadığını anlamıyorum. Konserin son şarkısında içeri giren taş çatlasa 20 kişi kimin hangi hakkına zarar verir? Sadece dışarıda bekleyen insanlara bir jest olur. Böylece boğazımız hüzünden değil, mutluluktan düğümlenebilirdi.

Cohen'e kulak kabartan Osman Demirci'nin dramı:

Açık söylemek gerekirse Leonard Cohen hayatımda büyük bir yer teşkil etmiyor. Zaten topu topu 10 tane şarkısını adam gibi bildiğim, 74 yaşındaki bir adamın konseri, "efsane bir isim memleketimize gelmiş öyleyse izleyelim" tadında bir görev bilinciyle izlenmesi gereken bir dinleti, niteliği taşıyordu kanaatimce. Gelin görün ki, pek de öyle olmadı.

Oysa hiç de fena başlamadı gece. Önce manyetikbant ve sevdiceğiyle buluşuldu. Kısa bir yürüyüş, açıkhavada konser izliyecek olmanın heyecanı, yurdum seyyar esnafının her etkinliğe adapte olması (Leonardo'nun suları burdaaa ) gibi hoş detaylar sonucunda Harbiye'ye vardım. Ancak bunların hiçbiri az sonra yaşanacak hezeyanın habercisi değildi. Açıkhavanın girişindeki merdivenlere oturduk ve konseri beklemeye başladık. Bu esnada önümden insanlar geçti de geçti. Ünlü simalar, Cohen'le yaşıt insanlar, şıkır şıkır kadınlar falan derken, az önce bahsettiğim hezeyanın ilk belirtileri baş gösterdi. Öyle ki, hiçbirimizde bilet yoktu. Konserin başlamasıyla birlikte biraz daha yukarıdaki demir parmaklıkların oraya gittik. İlk başlarda fena değildi sanki. Uzaktan kardeş kardeş dinliyorduk sayın abimizi. Hatta dışarısının kendine has bir ortamı bile vardı. Yanlız bu durum pek uzun sürmedi. Öyle ki, bulunduğum yer itibariyle sahneyi görmek pek mümkün değildi. Sadece duyulan ses, bir noktadan sonra sinir bozmaya başladı. Ne de olsa konser, izlenen bir şeydi. O anda kendimi kör biri gibi hissettim. Çünkü ne yaparsam yapayım görüş menzilime sadece seyirciler ve içerdeki büfe girebiliyordu.

Demir parmaklıklardan sarkan kollarım ve sıkkın suratımı göz önüne koyarsak, körden ziyade bir mahkuma benziyordum. Bu durumu bir kodes konseptiyle düşürsek, beni, hapishanenin avlusunda volta atan birisine benzetebiliriz. Öyle ki, her mahkum, uzunca bir süre daha dışarıyı göremeyeceğinin ve bu kısa volta seansının esasında ağzına çalınan bir parmak bal olduğunun farkındadır. Demir parmaklıkların sivri ve yüksek, güvenliğin ise son derece sıkı olduğu bu yerde, içeriye girmenin imkansızlığı içerisindeyken bir anda uzaklardan gelen bir cengaver, hepi topu 10 saniye ve şaşkın bakışlar içerisinde, aşılmaz gözüken demirlere tırmandı, içeri atladı ve kısa bir süre sonra gözden kayboldu. "Birlikten kuvvet doğar ancak her birlik için bir önder gerekir" düşüncesiyle hareket eden bir diğer güruh ise akabinde liderlerini takip ettiler ve içeriye daldılar. Bu mahkumlar gizlice hazırladıkları kaçış planlarını devreye sokmuşlar ve kazdıkları tünel sayesinde de facto olarak özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Top bendeydi, bir hareketimle bende onlara katılabilirdim. Ancak yapamadım. Benim gibi kararsız bir arkadaş demirler üzerindeyken gardiyanlar tarafından farkedildi ve bu mevzu da orada bitiverdi.

Konserin sonlarına doğru mekanı terk etmeye karar verdik. O an anladım ki, konu esasında Leonard Cohen ya da bir konser izlemekten ibaret değildi. Esas sorun, benim fırsatım varken, siz diyin korkaklık, ben diyeyim girişkenlik eksikliği sonucunda cesaret edemeyişimdi.

Osmandemirci

Fotoğraf: Muhsin Akgün

devamı...

27 Temmuz 2009

i am peasant


Yazmayalı o kadar çok oldu ki bu yüzden uzun bir ara yazısını bir etkinlik yazısı yerine bu aralar yanımdan ayırmadığım albümler arasında yer alan Peasant ın "on the ground" albümü olması yönünde karar kıldım.Peasant, yirmi bir yaşındaki Damien DeRose un çalışmasının ismi, " on the ground" ise son albümünün ismi oluyor. Geçen yıl şubat ayında Paper Garden Records dan yayınlanan albüm ile Peasant ın müziğini daha çok kitleyle buluşturma şansını bulmuş nitekim myspace sayfasından gördüğüm kadarıyla MTV ye çıkmış. Herneyse böyle şeylere takılmıyoruz ve müziğin kendisinin önemli olduğu noktalara geliyoruz. Peasant ın yaptığı müziği Amerika da sayıca çok fazla örneğini görmek mümkün hatta hemen Peasant ın efsane Elliot Smith e benzetmek kaçınılmaz olabiliyor ama The Acorn ın Hold your Breath şarkısının ardından çalınan bir The Cave Singers şarkısının ardından çalınınca benzerlerinin içinde ne kadar da güzel dinlenildiğini görmek bence Peasant ı ile tanışmak için bir sebep.

Albüm indie folk tadında ve albümdeki şarkılar Peasant ın minimalist dünyasının bir ürünü bunların dışında benim için genel izlenim dinlediğinizde kendinizi albümde benzer ritimler içinde gidip gelirken buluyorsunuz çok yormuyor ama düşündürüyor diye bilirim favori şarkım Not Your Saviour dır ama Fine is Fine, The Wind, Those Days, Raise Today de severek dinlediğim şarkılardır. Son olarak yine folk dinlemeyi seviyorsanız ya da ne bilim yeni bir şeyler dinlemek için hazırım diyorsanız karşılaştığınızda son zamanlarda hakkında güzel kritikler yapılan bu müzisyeni dinlemeden geçmeyin derim.


Not: geçen günlerde peyote de yaptığım dj performansımdan memnun kaldım (yani ben çok zevk aldım) bu yüzden umarım tekrar denersem eğer folk ve folkun içinde olduğu farklı türleri dinlemeyi seviyorsanız geçerken uğramanız mutlu eder.

devamı...

24 Temmuz 2009

kola im park


Yazın en çok konuşulan organizasyonu Rock'n Coke olsa gerek. 2008'i pas geçen festival zaman ve mekan değiştirerek karşımıza çıktı. Temmuz ortasına ve İstanbul Park'a taşınan festivalin ilk gününde oradaydım. Jane's Addiction, NIN ve The Prodigy'yi aynı gün izleyecek olmanın mutluluğuyla yola çıktım.

Yaz sıcağında asfaltta konser izleme fikri korkutucuydu ve 17:30 gibi alana vardığımda, geniş bir üst geçidin altına bayılırcasına uzanmış insanları görünce haksız olmadığımı anladım. Neyse ki güneş etkisini yitirmeye başlamıştı.

Juliette Lewis yeni grubu The New Romantiques ile 18:00'de sahne aldı. İstanbul'daki bu üçüncü konserinde de sıcağa rağmen kalabalığı coşturmak için kendini paraladı ama önceki konserlerinde olduğu kadar karşılık alamadı. Bundan sonraki gruplar ayrı birer başlıkta değerlendirilmeli.

Jane's Addiction
24 yıl önce kurulan grup hayatına aralıklarla da olsa devam ediyor ve hiç yaşlanmışa benzemiyor. Perry Farrell'ı karşımda kırmızı dar kostümü, siyah çizmeleri ve eldivenleriyle görünce Scott Weiland'a bakıyorum sandım. "Sizi filmlerden tanıyoruz. Biliyor musunuz hangi filmden? Siktiredin o filmi, burası çok güzel!" diye başlayan konser boyunca oradan oraya sıçrayıp durdu ve seyirciye hep yakın oldu. 50 yaşında, tükenmeyen kırmızı bir enerji bombası. Bir seyircilerin burnunun dibinde, bir amfilerin üstünde, bir yerde, bir havaya zıplıyor.

Dikkatimin yöneldiği diğer kişi ise tabii Dave Navarro'ydu. Küçükken dergilerden fotoğraflarını kestiğim bir insanı sahnede izlemek güzel his. Dolce&Gabbana gözlüklerinden şapkasına dek görünüşü üzerinde fazlaca uğraştığı, kendisine çok aşık olduğu, bir ürün olarak "rock star"ı belgelediği aşikar olsa da, harika bir gitarist olduğu tartışılmaz. Her şarkıda sololarıyla şov yaptı, kendisine tezahürat yapan seyirciyi selamladı. Biste sahnenin kenarına oturup ayaklarını aşağı sallandırarak çaldı akustik gitarını. Bir de sürekli kesiştiği bir kızı sahne önüne çağırıp uzun uzun öptü, bu da magazin haberi. (Dream TV muhabiriymiş o)

Seyirci katılımı iyiydi, çokça bağırılan "Just Because" çalınmasa da bizi fazlasıyla memnun edecek bir performans izledik. Gündüz gruplarında gördüğüm ilk bisi de gerçekleştirdiler, hatta ikincisini bile bekledik. NIN/JA'nın JA'sı harikaydı. Kimbilir NIN'i nasıldı.

Duman yine alanı doldurdu, herkes şarkılara eşlik etti. Mini Billie Jean coverıyla Michael Jackson anıldı. Standart bir konser Kaan'ın "Sizi seviyoruz, falan filan" cümlesiyle bitti. Saflar Nine Inch Nails için sıklaşmaya başladı.

Nine Inch Nails
Trent Reznor ve ekibi dumanlar içinden çıkıp bir solukta 4-5 şarkı çaldı. Ne olduğunu anlayamadan kendimi gümbür gümbür bir müzikle sarılmış (ve sarsılmış) buldum. Hiç yavaşlamadan, aksine şiddetlenerek devam eden, Trent Reznor'un mikrofon ayağını sağa sola fırlattığı, klavyeyi devirdiği, mikrofonu şarkıyı devam ettirsinler diye seyircilerin arasına attığı ama tek kelime konuşmadığı, vahşi bir performans.

Hayatımda izlediğim en sert konser ve o kadar iyi ki. Türkiye için tarihi bir konser olduğu hissi içindeyim, iyi ki buradayım diye düşünüyorum, bu görülmesi gereken bir şeydi. Closer veya Only çalınmaması, kendisini burada bir daha izleme ihtimalimiz zayıf olduğundan önemli. Yine de çocukluğumda dergilerde yırtık pırtık giysiler içinde sahnede süründüğü fotoğraflarını görüp "Ne manyak tip bu ya" dediğim adamı görmüş olmak güzel. Henry Rollins'le yarışacak kadar kas yapmış. Bir Hulk olmuş adeta.

Etrafımda şarkıları söyleyen, hayli mutlu insanlar var. Festivalin güzelliği de bu zaten. Müzikle mutlu olmak. NIN tek bis yapıyor ve teşekkür edip sahneden ayrılıyor. Rock'n Coke'un şimdiye kadarki en iyi konserini vermiş olarak.
Fakat bu birincilik uzun sürmüyor çünkü sırada The Prodigy var.

Setlist: Somewhat Damaged, Terrible Lie, 1.000.000, Discipline, March Of The Pigs, Piggy, The Becoming, Burn, Gave Up, The Fragile, The Way Out Is Through, Wish, Survivalism, Suck (Pigface cover), The Day The World Went Away, Hurt, The Hand That Feeds, Head Like A Hole.

The Prodigy
Gelelim festivalin en çok konuşulan konserine. Önceki iki konserlerine gidememiş olmanın verdiği gaz ve yeni albüm Invaders Must Die'ın The Fat Of The Land'e yakınlığıyla zaten adamlar sahneye çıkmadan coşmuştum. NIN'in yorgunluğuna rağmen yerimde duramıyordum.

Alet edevat sahneye geldi, Liam Howlett'ın Take Me To The Hospital yazılı laptopu vs. Çakıp duran strobe ışıklarıyla sahne aldıklarında, alandaki herkes gibi ben de kontrolsüzce zıplamaya başladım. Keith ve Maxim bir an bile durmadılar, oradan oraya koşturdular, seyircilerin arasına indiler, karşılıklı hopladılar. Bir teki çığlık attı bir öbürü. Beyaz göz makyajıyla Maxim konser boyunca "All my people, all my fuckin' Turkish people, all my Prodigy people" diyerek kah "şurada daire yapın pogo yapın" buyurdu, kah Smack My Bitch Up'ta hepimizi yere çömeltip havalara sıçrattı. İtaat ettik kendisine çünkü Voodoo'suyla bedenlerimizi ele geçirmişti.

Keith ise terden aydinger kağıdına dönmüş, dövmelerini gösteren atletiyle kameralara deli bakışlar atarak tazmanya canavarı gibi tepinip durdu. Seyirciyi ateşledikçe ateşledi. Liam elektronik aygıtlarla çevrili tahtından halkına bakıyordu. Kendini tamamen kaybetmiş, deli gibi dans eden bir kalabalığın içinde olmak harikaydı. Aynı anda zıplayan on binlerce insan, festivalin nabız atışlarıydı. Prodigy bana öyle bir enerji verdi ki, ancak ertesi günün akşamında yorgunluğuma yenilip dinlendim.

Festival programına göre yarım saat erken bitirdiler ama şikayet edecek değilim, insanüstü bir performans gösterdiler. O gazı almışken sabaha kadar kalsalar yine durmadan dans ederdim, belki gerçekten hastaneye götürülmem gerekirdi. Uzun zamandır bu kadar eğlenmemiştim, içtenlikle teşekkür ederim onlara.

Setlist: World's On Fire, Breathe, Omen, Their Law, Poison, Firestarter, Invaders Must Die, Warrior's Dance, Voodoo People, Diesel Power, Smack My Bitch Up, Run With The Wolves, Take Me To The Hospital, Out Of Space (karışık).

Festival mekanıyla ilgili çok fazla şey söyleyemem çünkü bir tam gün bile geçirmedim. Tuvaletlermiş bira sırasıymış eleştirilecek şeyler değil. Yiyecek standları azalmış gibi geldi, yanılıyor olabilirim. Meyve satılmasını öneririm, o sıcakta bünyeye çok gerekli. Kamp alanıyla sahne arası çok uzak, bu iyi değil çünkü geçen yıllarda çadırda vakit geçirirken sahnenin sesini duyabiliyor, ve tanımadığımız bir grubu beğenip oraya doğru koşabiliyorduk. Güvenlikten hiç bu kadar rahat geçmemiştim, üzerimi bile aramadılar.

Benim için en olumsuz şey gece 3'te eve dönmeye çalışırken Bostancı servisi diye kaldırdıkları aracın bizi E-5'te, Bostancı Köprüsü'nde bırakmasıydı. İnsanların o saatte oradan evlerine taksiye binmeden gitmeleri olanaksız. Ki zaten servise 12 lira ödemişiz. Benim gibi bir çok insan Bostancı servisi deyince sahilyolu veya minibüs yolunda ineceğini düşünmüştü. Bir de oradan taksiye binmek zorunda kaldık.

Bitirmeden Prodigy konserinin sonunda civara çöken sisi de anmak isterim. Göz gözü görmez halde kafada Smack My Bitch Up ve istemsizce seğiren kaslarla tünelden geçip servislere ilerlemek. Adeta ölülerin şafağı.

devamı...

07 Temmuz 2009

balkan soundz festival (+video)


"Balkan sound" hayatımıza ne zaman girdi, ne zaman bu kadar popüler oldu da adına festival düzenlenir hale geldi diye düşündüm yazıya başlamadan önce. Aklıma ilk gelenler Goran Bregoviç'in her yaz Harbiye Açıkhava'da verdiği konserler, konser boyunca perdede dönen Çingeneler Zamanı, televizyonda yayınlanan aynı film, Sezen Aksu'nun Goran Bregoviç şarkılarını Türkçe söylediği Düğün ve Cenaze albümü, aynı bestelerin 90'larda pop şarkıcıları tarafından kullanılması oldu. Bu şekilde halihazırda aşina olduğumuz balkan müziği ana akımın içinde kendine yer buluyor. Çingene kültürü zaten 80'lerde Gırgıriye'yle popülerlik kazanmış.

Sene 2009 olduğunda çocukluğunu bu bahsettiklerimi izleyerek/dinleyerek geçirmiş nesil yirmili yaşlarının ortalarında. Çingene hayatı ve balkanlar yine tv'de, bir de Gogol Bordello diye bir grup patlamış, o kadar popüler ki Madonna'yla takılıyorlar, Gypsy-punk diye bir kavram dolanıyor ortada. Hıdrellez şenlikleri dolup taşıyor. Bir pazar oluşmuş durumda yani. Dolayısıyla "Balkan Soundz" diye bir festival için şartlar olgun.

Küçükçiftlik Lunaparkı güzel bir konser mekanı olmuş. Hem yeterince büyük, hem alet edevatla eğlenmek mümkün. Akşama doğru alanda olduğum için Kolektif İstanbul ve Selim Sesler'i izleyemedim, !DelaDap'a yetiştim. Çek, Sırp, Boşnak ve Rus müzisyenlerden oluşan grup, yaptığı müziği "Şehir Çingene Sound'u" olarak adlandırıyor. Çingene ritimlerine cıptıs katıyorlar. İki çingene kadın solistleri var. Zaten göbek atmaya yeminli olan kalabalığı bayağı eğlendirdiler.

Orada olmamın asıl sebebi Firewater, dünya müziklerinden etkilenen bir rock grubu. Solist Tod A son birkaç yılı ülke ülke dolaşıp yerel müzisyenlerle kayıtlar yaparak geçiren bir seyyah. Türk bir sevgilisi var ve Radyo Eksen tayfasıyla bayağı sıkı fıkı. Grup İstanbul'daki ilk konserini geçen yıl Babylon'da vermişti. O zaman seyircinin yeteri kadar ateşleyici olmadığını düşünmüştüm. Bu defa daha kalabalık ve hevesli bir seyirciye çaldılar. Doğal olarak daha iyi bir konser oldu. Setlist yine son albüm ağırlıklıydı ama sahnede o kadar güzellerdi ki şikayet etmek içimden gelmiyor. En azından '96 tarihli ilk albümlerinden Some Strange Reaction'ı dinleyebildik. Tod A hala doğru düzgün Türkçe konuşamadığını ama bir cümleyi iyi bildiğini söyledi: "Bir berber bir berbere gel beraber... I fucked this up too." Oynak ska ritimleri dhol'le birleşince göbek dansları hız kesmeden devam etti. Çek gitarist, dholcü abi ve adını hatırlamadığım tromboncu kadın özellikle başarılıydı.

Gecenin son grubu Boban Markovic Orkestar, "Balkan" kelimesinin tam karşılığıydı ve saatlerdir bitmemesine şaştığım bir enerjiyle dans eden insanları iyice yorarak geceye noktayı koydu. Tod A de kenarda sevgilisiyle dans edip halay çekiyordu.

Gece boyunca herhangi bir tatsızlık olmadı, alan tıklım tıklım değildi, herkesin dans etmesine yetecek yer vardı. Köfte standının ara sıra ortalığı kaplayan dumanı Haliç kıyısında piknik atmosferi yaratsa da toplamda düzgün bir organizasyondu benim için. Seneye ikincisi de olsa keşke. Fotoğraf makinemin elverdiği kadarıyla çekebildiğim videoları da iliştiriyorum.



devamı...

02 Temmuz 2009

para dedin pul dedin


90'ların sonunda bir ortaokul öğrencisi televizyonda, caddebostan sahilde çekilmiş bir klip izler ve olaylar gelişir. Üzerinden yıllar geçer ve gencimiz 23 mayıs 2009 akşamı kendini Beyoğlu'nda Ghetto isimli bir mekanda bulur. İşte budur, az çok o geceki kesmeşeker konserinin evveliyatı bendeniz için.

90'ları seven herkes gibi ben de, o gün üzerimde bir Kadıköy sevgisi, bir çeşit kendime özgü nostaljiyle gelmiştim mekana. Hiç düşünmeden verilen 20 lira sonucunda girdim içeriye. Mekan havasız, sahne alçak, yerler ise halı kaplıydı. Otel lobilerine alışık olmayan bünye şaşırıyor pek tabii olarak. Boş sahneye bakarken, bir anda seyircilerin arasından Cenk Taner önderliğinde gitarda Kaan Altan, bassta Mehmet Şenol Şişli, davulda ise Emre Sarıtunalılar'ı gördüm.

Sevineceğim yerde içimde anlamsız bir burukluk oluştu. Bu anlamsızlığa konserin sonlarına doğru bir anlam yükleyebildim. Her neyse, tek sorumlu'yla açılan konser aşk ve para'yla, en sevdiğim acıların kralı'yla devam ediyor ve tabir-i caizse beni kendimden geçiriyordu. Bir ara ise, Cenk Taner'in saz arkadaşları, abimizi sahnede yalnız bırakıyor ve solo bir performans izleyenleri büyülüyordu. Bu esnada, buradan uzaklara gitmek isteyenler, başlarını sadece aşk için eğenler ve güneşin hiç batmadığına inanlar ordusu astral ziyaretler yaparken, bendeniz de bir hayli yorulmuştum. Köşede koltuklarda otururken çalan İstanbul İstanbul ile "yuh artık bu da çalınmaz ki" gibi tepkiler, mekanın rabarbasını oluştururken hafiften gitmeye hazırlanıyordum ki, sanki bu kararımı farkeden Cenk Taner, bana nazire yaparcasına yine, ne gaz, ne de odun alacak parasının olmadığından bahsediyordu. Bu son darbeyle enerjiyi tüketen bendeniz mekandan ayrılıyordum ki, oradaki izleyicilere bakakaldım. Benim konserin başında hissettiğim burukluk sanki onlarda da vardı. Neredeydi bunca yıldır Kadıköy'ün efsanesi? Neredeydi kaptan? Yoksa buraları terk mi etmişti? Yoksa müzik şu son 10 senede çok değişmiş de Kadıköy Sound'u tarihe mi gömmüştü? Konser başındaki anlamsız sıkıntımın sebebini de anladıktan sonra tekrar Kadıköy sınırlarına dönmek için çıktım mekandan. Eve dönerken, aklımda canımı sıkan başka şeyler de vardı ama, ömürlük bir konser izlemenin saçma gururu da fena halde göğsümü kabartmıyor değildi.

Not:Beni süvetere alan ve benden yazı yazmamı isteyen kitsch insect ve manyetikbant'a saygılar sunar aranızdan ayrılırım.

devamı...

20 Haziran 2009

tara jane o'neil vardı


Üç ayı geçmiş yazmayalı. Buralarda hala birileri var mı? Bu yazıyı yazmadan önce oturup hafızamı tazelemeye çalıştım biraz, konseri ayrıntılarıyla hatırlamaya çalıştım. Bant'ın kulaktan kulağa konser serisi kapsamında, 7 Haziran gecesi Arka Oda'da izledik Tara Jane O'Neil'i.

Bu kadınla tanışıklığım yenidir, In The Sun Lines ve A Ways Away albümlerini dinleyip hoş bulmuşumdur müziğini. Küçük ve samimi bir ortamda kendisini dinlemek de güzel bir fikir gibi göründüğünden leş gibi sıcak bir Haziran akşamı Arka Oda'daki yerimi almışımdır. Büyük beklentilerim olmadığı sanırım anlaşıldı.

Konseri açan OAK benim için gecenin en önemli kazancıydı, onları dinlemekten çok keyif aldım. Maalesef aynı şeyi Tara için söyleyemem. Tavırlarıyla, konuşmasıyla, anlattığı hikayelerle, Cher'i nasıl sikebileceğini merak etmesiyle benim için o kadar iticiydi ki, hayatımda ilk defa sahnedeki birini izlerken içimdeki hoşnutsuzluk bu kadar güçlüydü. Bir samimiyetsizlik dalgası aktı sanki mikrofondan bana doğru. Seyirciye sarf edilen "I love you"lar ilk defa bu kadar yalan geldi. Gerçi insanlar böyle hissetmiyor gibiydi, konseri daha iyi yapmak için çabalıyorlardı kendilerince. Ama seyirciye dağılan bütün o zillerin bir işe yaraması için ortada bir iletişim olması gerekti ve ben böyle bir şey hissetmedim.

Hangi albüme ağırlık vermiş, ne çalmış, hiçbirini söyleyemem. Önemli de değil, çünkü dinlediğim şarkıların şu anda verdiği hisle ilgisi yoktu oradakilerin. Cehennemi sıcakta, kısık ışıklarla, bir saatten belki biraz fazla sürdü bu hadise ve bittiğinde gerçekten çıkıp gideceğim için mutluydum. Tara Jane O'Neil'ın performansı da orta büyüklükte herhangi bir grubun konserini açan solo sanatçılardan daha iyi değildi. Sorry. Benim kadar sıkılmayanlar vardır umarım.

Son olarak konserle ilgisiz bir şey; aylar sonra buraya yazmak ve birilerinin bunu okuyabileceğini düşünmek birden çok iyi geldi.

devamı...

09 Mart 2009

18 şubat 2009 tindersticks istanbul konseri


Uyuşukluk üzerine tahsil yaptığım için bugüne kadar cümlelerimi toparlayamadım, özür dilerim. Tindersticks hayatımda büyük yere sahip bir grup değil, üç beş şarkısını bilirim o kadar, bu yüzden gayet sakin halde, sadece iyi müzik dinlemek üzere gittim CRR'ye.

Konser saatinde başladı. Açılışı bilgisayarı ve gitarıyla İrlandalı David Kitt yaptı. Kendisinin "Türkiye'yle ilgili bildiğim tek şey küçükken Midnight Express'te izlediklerim. Umarım bir şeyler değişmiştir. Bi şey demedim tamam, ehi ehi." ifadesini yersiz buldum. Sanırım yarım saat civarında kaldı sahnede.

Tindersticks ilk birkaç şarkı boyunca mikrofon ve ses seviyeleriyle ilgili sorun yaşadı. Stuart Staples'ın "This is fucked." çıkışından sonra mikrofon değişti, olay halledildi. Grupla ilgili ne söyleyebilirim ki, kendilerini ilk defa izledim ve büyüleyiciydiler. CRR'nin rahat koltuklarına gömülüp, kimsenin çıt çıkarmadığı, sahnedekilerin ayaklarının çıkardığı gıcırtıların bile duyulduğu bir ortamda müziği solumak huzur vericiydi. Seyirci tam da olması gerektiği gibiydi. Ses çıkarmamak için fotoğraf makinemin deklanşörüne basmaya bile çekindim.

Zarafetin vücut bulmuş haliydi sahnedeki her adam. Karşılarında böyle güzel bir seyirci olduğu için onlar adına, konser CRR gibi güzel bir yerde olduğu için de Tindersticks dinleyicisi adına mutlu oldum, sonunda iki bisle ödüllendirildik zaten. CRR değerlendirilmesi gereken harika bir salon, orada olmayı özlediğimi fark ettim. Konserden 20 gün sonra görüyorum ki bende bir huzur ve mutluluk duygusu bırakmış Tindersticks.

Setlist şöyleydi: Introduction, Yesterdays Tomorrows, The Flicker of A Little Girl, Feel The Sun, E-Type, Other Side of the World, The Organist Entertains, Dyin' Slowly, City Sickness, Say Goodbye to the City, Sleepy Song, She's Gone, Hungry Saw, Mother Dear, Boobar, All The Love, The Turns We Took, My Oblivion, Her, My Sister, Tiny Tears (sıralamadan emin değilim).

Şurada birkaç fotoğraf var.

devamı...

07 Mart 2009

Silent Land Time Machine/ &hope still


Silent Land Time Machine, geçtiğimiz yıl ekim ayında &hope still adındaki albümünü Indian Queen Records ve Time Lag den yayınladı. Albüm kritiğine geçmeden önce Silent Land Time Machine den bahsetmek istiyorum.SLTM i tek kişilik bir orkestra gibi düşünün. Jon, Godspeed You! Black Emperor ve A Silver Mt. Zion dan aldığı ilhamı içinde viola, keman, gitar, akordiyon, piyano ya da eline alabildiği her ne varsa müziğine katıyor. Keman söz konusu olunca müzisyenin gerçek ilhamlarını belirtmek gerek violist Anni Rossi ve A Silver Mt. Zion dan tanıdığımız Sophie Trudeau bu güzel ilhamlar.Kısacası bu ilhamlarla ve bu enstrümanlarla kendi çok sesli grubunu kuruyor Austin-TX da. Albümündeki parçalar şöyle; Everything Goes To Shit, I Shouldn't Be In School, The Thing This Doesn't Mean Is Nothing, The Contours of Perfect Distance, Electronic Transmission(S), Down To Hill, Copperpot Topography. Gelelim müziğinin nasıl olduğuna. Şimdi bu kadar çok enstrüman olunca, tek kişilik bir 'orkestra' olduğunu söyleyince ve tabiki A Silver ı da anınca akla hemen post- rock demek geliyor. Açıkcası SLTM için polyfoni müziğinin içine süreklemek için bir yol gibi. Hafif bir akordiyon sesi duyunca galiba biraz folk da diyebilirsiniz ya da Electronic Transmission dinlediğiniz de elektronikten bahsetmek zor da olmayabilir. Ama birden yaklaşık 13 dakikalık Copperpot Topography parçasını dinleyince onun size sunduğu bitmek bilmeyen enerjisiyle karşılaşabilirsiniz ve içinde herşey olan bir dünya ile. Her neyse ben şu post- rocktır bu anti deneysel folktur demek istemiyorum ama last fm de bir günlük yazısında okuduğum SLTM için verilen post-americana-psyminimal-desktop-folktronica tür kavramını duyunca biraz eğlendim her neyse myspace sayfasında experimental chamber folk/ rock olarak tanımlamış kendisini bunu ekleyerek kafanızı bu türler konusunda daha da karıştırarak bu konuyu kapatmak istiyorum. Benim hoşuma giden tarafı bu çok kişilikli adamın kendini ifade etme biçimi. Genel olarak müziğinde söz yok ama arada müziğine eşlik eden insan sesleri de yok değil bunu Copperpot Topography dinlediğiniz zaman görebilirsiniz. Her neyse kullandığı herşey müziğini ve dinleyenini bir yere götürebiliyor yani bana herşey onun ifadesinde yerli yerinde geldi. Son olarak söyleyebilceğim şey şudur eğer bir yerlerde rastlarsanız tek kişilik bu orkestrayı dinlemeden geçmeyin.

devamı...

17 Şubat 2009

the twilight sad


Uzun zamandır yazmak istediğim bir grup Glasgowlu The Twilight Sad. Vokalde James Graham, gitar ve akordiyonda Andy MacFarlane, bas gitar ve glockenspiel'de Craig Orzel, davulda Mark Devine'den oluşuyor. İlk albümleri Fourteen Autumns & Fifteen Winters, 2007'de çıktı.

Albümü dinlerken çok katmanlı bir müzik tarafından sarıldığımı hissediyorum. Yükselip alçalan elektrogitar dalgaları arasında davul ve ziller. James Graham'ın güçlü sesi ve belirgin İskoç aksanı, şarkıları daha zevkle dinlenir hale getiriyor. Albümde çoğunlukla sakin olsa da sahnede agresif bir vokali var.

Şarkı sözleri Graham tarafından yazılmış. Albüm kapağından da anlaşıldığı gibi aileye karşı bir öfke, hayal kırıklığı, insanlara inançsızlık mevcut karanlık şarkı sözlerinde. Graham, ikinci albümde sözlerin daha da karanlık olduğunu söylüyor, ayrıca daha gürültülü olacakmış. Geçtiğimiz yıl, albümdeki bazı şarkıların farklı versiyonlarının yer aldığı Here, It Never Snowed. Afterwards It Did adlı bir EP yayınladılar. Edward Scissorhands'den alıntılanan albüm adı, içine kapanık romantik çocuklar olduklarını düşündürdü bana.

Aralık'ta sınırlı sayıda basılan Killed My Parents and Hit The Road'da ise birkaç konser kaydı ve The Smiths'ten Half A Person, Joy Division'dan Twenty Four Hours, Yeah Yeah Yeahs'den Modern Romance coverları bulunuyor. Albüm kapağı ve adı Sonic Youth'un Goo'suna bir selam.
Bu güzel İskoç arkadaşların tüm kayıtlarını tavsiye ederim. Yeni albüm Eylül'de çıkacakmış, beklemeye değer.

The Twilight Sad – Cold Days From The Birdhouse
The Twilight Sad – Twenty Four Hours

devamı...

08 Şubat 2009

Damien Jurado without his band


Out from my window across from the city
I have what's considered a good view
Two blocks from the subway, three from the fountain
Where I walk to break in new shoes

Beynimi karalama defterine dönüştüren anılardan kurtulmak için ya da kurtulduğum ölçüde daha yaşanılır kılmak için eski bir izlenim olan bir konser yazısına başlamak ne güzel. Konserim Damien Jurado'nun kasım 2008 Paris La Fleche d'or adlı
-haftanın her günü neredeyse canlı performansların olduğu- bir mekanda geçiyor. La Fleche d'or güzel bir mekan ama bir yandan da bana oldukça karmaşık gelen bir ziyaretçi kitlesi var.Mekan eski bir gardan bozma ve yanlış hatırlamıyorsam La Fleche d'or adlı garın treninden de ismini alıyor. Açıkcası görünüş olarak çok güzel ama konserden yükledeğim videoyu da dinlerseniz ne kadar çok gürültülü bir mekan da olduğunu görürsünüz.Tabi bunda La Fleche d'or un sadece bir konser mekanı olmamasının da payı büyük. Herneyse önemli olan Damien Jurado yu canlı dinlemek tabi ki. Konser olması gereken zamandan daha geç olmasının verdiği bir sıkılmayla başladı.Fakat Damien sahneye tek başına çıkınca farkettik ki bir sorun vardı. Grubu Ingiltere'den gelememiş ve Damien pasaportunu kaybetmişti vs. Hayli yorgun görünüyordu ve hatta sanki o an mekana gelmiş ve gelir gelmez sahneye çıkmıştı.Ama çalmaya başladığı zaman onu dinlemeye gelen seyirci hem de kendisi dinlendi. Grubu yanında olmamasına rağmen dinleyicileri müziğiyle sesine ve sözlerine bağladı.Açıkcası bu tip canlı performanslara alışık bir kitleyle izleyince konseri siz de normal bulabiliyorsunuz ama düşününce aslında bir hayal kırıklığı içinde o mekandan ayrılmadığımı söyleyemem.Ama Damien Jurado yu dinlemek yine de geçmişe baktığımda tekrar tekrar yaşayabilseydim dediğim anlardan biri olucaktır. Konserde kaydetmeye çalıştığım Ohio şarkısını sona ekliyorum umarım bir izlenim olur sizin için de.


devamı...