23 Ağustos 2009

Pekko Käppi


Ne yazsam ne yazsam diye düşünürken karşıma Finlandiyalı Pekko Käppi çıktı ve ben de vakit kaybetmeden onun hakkında birşeyler yazmaya karar verdim.Pekko Käppi Finlandiya'nın Tampere kentinde yaşayan bir müzisyen. Päivänsäde adlı finli deneysel folk grubunun üyesi olan Pekko nun aynı zamanda solo çalışmaları da mevcut. Bu finli folk müzisyeninin solo çalışmalarının en önemli özelliği ise fin halk çalgısı olan bir çeşit lir olan jouhikko nun varlığı. 1997 yılından beri jouhikko ile müzik çalışmaları yapan Pekko 2001 de “Kalastajia ja kaivostyöläisiä” adlı ilk EP sini yayınlar. Son çalışması olan “Jos ken pahoin uneksii” ise bu sene yayınlanan Pekko Finlandiya' da deneysel ya da değil folk müziği yapan aralarında Jouhiorkesteri, Lau Nau ve Kiila nın da olduğu bir çok grupla da çalışıyor. Son çalışmasındaki ortaçağa ait çalgı olan jouhikko nun varlığı müziğine ezoterik bir hava katmış. Pekko nun vokaliyle de zenginleşen bu müziği sevmekte zorlanmıyorsunuz ayrıca diğer iskandinav dillerinden faklı bir melodiye sahip olan finceyi Pekko'dan dinlemek de kulağa iyi geliyor.

devamı...

18 Ağustos 2009

Yazın son keder kadehi içildi


Öncelikle belirtmek isterim ki Faith no more kanaatimce rock müzik tarihinin, yabancı tabirle belki de en underrated gruplarından biridir. Bu durum kesinlikle grubun özgün yapısıyla alakalıdır. Öyle ki, Bay Area California'dan 80'ler ve sonrasında çoğunlukla thrash metalin bıçak gibi soundlu grupları çıkarken abilerimizin böyle bir tür karmaşası ve deneysellikle çıkmaları bile durumun ehemmiyetini ortaya koymaktadır.
Kısaca anlatmak gerekirse 1989 yılında epic isimli parçada rapimsi vokaller kullanan grubumuz, 1992 tarihli Angel Dust albümünde ise fütursuzca Lionel Ritchie'den easy isimli parçayı coverlıyabiliyordu. Bunları takip eden King for a day ve album of the year albümlerinde de cuckoo for caca, evidence, last cup of sorrow, stripsearch gibi zamanın ötesinde parçalar yazan grumuz bu tavrıyla tabir-i caizse müzik piyasasından birçok isimle "düşman edinmenin nazik sanatını" icraa etmiş ve yazımın başında bahsettiğim gerektiği kadar tanınamama durumuna düşmüştür. İşte bu sebeptendir ki FNM'yi böylesine geç izlemiş bulunmaktayız.

Konsere gelicek olursak, organizasyon, Nekropsi'nin kısa ama öz performansıyla açıldı. "Papa"nın çalınmadığı mini playlist daha çok "sayı 2" albümü ağırlıklıydı. Nekropsi'ye söylenecek tek şey konser performanslarının iyi olduğu, yanlız konser soundlarının albümlerin çok gerisinde kaldığıydı. Özellikle grubun, Küçükçiftlik gibi, barlara nazaran daha büyük sahnelerde çalarken sounda daha dikkat etmesi kanaatindeyim. Sonrasında çıkan "kurban" ise eski yeni şarkılardan bir potpori sundu. Ancak anladığım kadarıyla ya havalarında değillerdi, ya da onlar da FNM'yi sabırsızlıkla bekliyorlardı ve bitse de gitsek tadında bir performans sergilediler.

Esas mevzuya gelicek olursak, konser öncesi yapılan sohbetlerde düğün salonu benzetmeleri yapılan kırmızı perdeler açılıp da ışıkla birlikte renklenince gördüm ki FNM karşımda mini bir cehennem yaratmış. Youtube'dan takip ettiğimiz kadarıyla bu seneki playlistlerinin değişmezi, yeniden birleşmelerinin şerefine yaptıkları reunited coverıyla başlayan konserimiz, sırasıyla from out of nowhere, land of sunshine, caffeine, evidence, surprise! you're dead, last cup of sorrow, digging the grave, easy, ashes to ashes, midlife crisis, i started a joke, gentle art of making enemies, king for a day, be aggressive, epic, just a man, chariots of fire-stripsearch, midnight cowboy ve cuckoo for caca ile sona erdi. Pembe takım elbiseleriyle arz-ı endam eden Jon Hudson, Roddy Bottum, Billy Gould , Mike Patton ve predator gibi adam mike bordin geçen onca yıla rağmen şahane bir performans ve seyirciyle iyi bir etkileşim içerisindeydiler. Öyle ki, FNM çok arıza bir grup olmakla birlikte, Mike Patton ise üst üste 100 tane redbull içmiş tımarhane kaçkını gibi bir adamdır. Bu durum, konser öncesi beni "kesin bizim seyirciyi beğenmeyecekler ve soğuk bir konser olacak" endişelerine soksa da özellikle Mike Patton ve Roddy Bottum'un memleketimizden memnun kaldıkları yüzlerinden okunmaktaydı. Hatta Patton'un baya baya mutlu olduğu bile söylenebilir.

Ağaçlardaki yaratıklar ve onlara adanan ashes to ashes , Patton'un sahne önüne gelmesi ve seyircilerin arasına karışması, çok klişe olmasına rağmen türk bayraklı t-shirt giyme olayı gibi leziz detaylar sonucunda söyleyebilirim ki İstanbul çok büyük bir grup izledi. İzleyenler torunlarına anlatsın, izlemeyenler ise gitsin bir köşede ağlasın der ve aranızdan ayrılırım.

Not:Last cup of sorrow'da bir öküze dönüşerek incittiğim dostlardan özür dilerim.


Fotoğraf:Erdal Mahir Curan

devamı...

10 Ağustos 2009

Bruce Peninsula-A Mountain is A Mouth


Leonard Cohen'e kulak kabarttıktan sonra sizi Cohen'nin memleketine götürmeye karar verdim ve böylece ordan çıkan farklı seslere de kulak kabartabilelim diye. Bruce Peninsula Ulusal Parkına gidiyoruz o zaman.Bruce Peninsula Kanada'da bulunan muhteşem bir doğaya, Niagara falezleri ile harika bir manzaraya sahip ulusal bir park. Neden bu parktan bahsediyorsun sorusunu sormanıza izin vermeden konuya geliyorum. Yazımın konusu olan Bruce Peninsula aynı zamanda Kanadalı bir grup folk delisinden oluşan bir müzik grubu da o yüzden. 2006 yılında temelleri atılan grup. Alan Lomax in arşivinin de takipçisi diyebiliriz. Peki kim bu Alan Lomax? Alan Lomax, müzikolojist ve folklorist. Muhteşem folk arşivine sahip bir adam ve bu arşiv sadece Amerika ve İngiltere ile sınırlı değil sınırlar İspanya ve İtalya'ya kadar uzanıyor. Grubumuz böyle bir ilhama sahipken yaptıkları müziği dinlemek tabiki merak icabı oluyor ilk durumda. Grup müziğini bir grup kilise ve yıkık evleri gezdikten sonra A mountain is a mouth albümünü yayınlayınca meraktan çıkıp kulak kabartmak istiyorum ben de onlara. Grup üyelerini sayamıyorum çünkü sayıları bir hayli çok ama derin vokaller, folk korosu ya da bir folk orkestrası desem yanlış olmaz sanırım onlarla ilgili olarak. Sonuç olarak Bruce Peninsula'nun muhteşem doğasını şuan göremesek de ordan çıkan bu seslere kulak verebiliriz sanki diyor ve bitiriyorum.

devamı...

09 Ağustos 2009

leonard cohen'e kulak kabarttım


Bu konser yazısı diğerlerinden farklı, gidenlerin haklı olarak anlata anlata bitiremediği Leonard Cohen konserine dışarıdan bir bakış. Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nun giriş kapılarının hemen yanından, alanı sınırlayan demirlerin dibinden. Ve bu geceye dair anlatabileceğim şeyler sahneyle değil, hissettiklerimle ilgili. Gördüğüm değil, duyduğumla.

6 Ağustos akşamı, konserden yarım saat önce kapılara giden merdivenin kıyısında beklemeye başladık. Binlerce insan geçti önümüzden, ilk şarkılarla birlikte azalarak bittiler. Merdivenler Cohen'i duymak isteyen ama bir sebepten bileti olmayanlara kaldı. Tek başına duvara dayanıp gözlerini kapayanlar, arkadaşlarıyla şaraplarını paylaşanlar, içeri girmenin yolunu arayanlara.

Leonard Cohen'in sesini duyabilmek gerçek dışıydı, hele rüzgarın yönünü değiştirmesiyle bir yaklaşıp bir uzaklaşırken. Sahnede neler olduğunu ancak tahmin edebilirdim, tek görebildiğim sahne ışıklarının yüzlerine vurduğu seyircilerin bir kısmıydı. Ben de sırtımı demirlere yaslayıp göğe baktım. Ay vardı, bulutlar vardı, karşımdaki ağaçların yüksek dalları vardı. Sadece o ses olsun istediğimde başımı eğip gözlerimi kapadım, havayı soludum. Anthem, The Future, The Partisan. Şarkılar bittikçe içeridekiler gibi dışarıdakiler de alkışlıyordu. Hallelujah, I'm Your Man.

Ara sıra gözünü karartıp demirlerden içeri atlayanlara bakıp kendimi cesaretlendirmeye çalıştım ama yapamadım. Konsere ara verildiğinde güvenlik görevlilerinden biri demirlerin üzerindeki birini fark etti ama yanımıza kadar geldiğinde neyse ki kaçağımız yeniden dışarı çıkabilmişti. Görevli nasıl bir düşmanlıkla doluysa, adamı eline geçiremediği için çok sinirlendi ve bağırıp çağırmaya başladı. Dışarıdakilerin kendisine karşılık vermesi ve içeri atlamaya çalışan kişiyi koruması üzerine hızını alamayıp yanımıza geldi ve insanlara bağırmaya başladı. Diğer güvenlik görevlileri sonunda gözü dönmüş arkadaşlarını alıp götürdüler.

Konserin ikinci yarısıyla, Maçka tarafında canlı müzik yapılan bir mekandan gelen seslere rağmen yeniden kulak kesildik. Cohen'in konuşması çoğu zaman fısıltı gibiydi, kelimeler bize ulaşmadan dağılıyordu. Bislere yaklaşırken birkaç kişi kalkıp giriş kapısına gittik. Harbiye'deki bazı konserlerde biste kapıların açılıp dışarıdaki az sayıda insanın içeri alındığı olmuştur. Kapıda insanlar tüm iyi niyetleriyle güvenlik görevlisinden kendilerini 1-2 şarkılığına içeri almasını istiyordu. Ve kanımca buna hakları da vardı. Görevli bunu yapamayacağını, İKSV'nin görevlisi kendisini görürse işinden olabileceğini söyledi içtenlikle.

Bunun üzerine istekler minimuma indi, sadece sahneyi görüp çıkmak istiyorduk. Sesini duyduğumuz adamın siluetini görmek istiyorduk 30 saniyeliğine. Görevli de bize eşlik edebilirdi, zaten topu topu 5 metre yürümemiz gerekiyordu kapıdan. Teker teker bakıp çıkardık. Yine olmadı. Kapının dibinde oturup yine dinlemeye koyuldum. Haksızlığa uğramış gibi hissediyordum ve bunun bilet fiyatlarıyla, daha bislere bile gelmeden çıkıp gidenlerle ilgisi yoktu. Olayı algılayışım, bu konserin ticari bir şey olduğu, bu hizmeti almak için parasını ödemem gerektiği şeklinde değildi. Gördüğüm kimsenin iyi niyetini suistimal etmeden birkaç dakikalığına içeri girmek isteyen insanlar ve onları içeri almak istediğini ama işini kaybetmekten korktuğunu içtenlikle söyleyen bir adamdı. O anda aramızda halledeceğimiz bir konu olarak gördüğüm bu şeye karışan o kadar çok kurum, kişi, kavram vs. vardı ki bunları düşünmek dikkatimi dağıttı. Yoğun bir hüzün duyuyordum ve konser bitiyordu. Bir yenilmişlik hissiyle oradan ayrılmak üzere merdivenlerden aşağı inerken tek bir cümle duydum: "Sincerely, L. Cohen." Famous Blue Raincoat'un sadece bu cümlesini duyabilmiş olmak sarsıcıydı. Kederimin altına imzasını atmıştı yine.

Konser yazılarını yazarken bir yandan o kişi/grubun müziğini dinlerim ve şimdi fark ediyorum ki Leonard Cohen şarkıları eskisinden daha hüzünlü oldu benim için. Yıllardır içlerinde biriktirdikleri hislere bir de bahsettiklerimi eklediler. Şimdi konser gecesinin duygusallığından biraz sıyrılmış olarak düşündüğümde hala neden son biste kapıların açılmadığını anlamıyorum. Konserin son şarkısında içeri giren taş çatlasa 20 kişi kimin hangi hakkına zarar verir? Sadece dışarıda bekleyen insanlara bir jest olur. Böylece boğazımız hüzünden değil, mutluluktan düğümlenebilirdi.

Cohen'e kulak kabartan Osman Demirci'nin dramı:

Açık söylemek gerekirse Leonard Cohen hayatımda büyük bir yer teşkil etmiyor. Zaten topu topu 10 tane şarkısını adam gibi bildiğim, 74 yaşındaki bir adamın konseri, "efsane bir isim memleketimize gelmiş öyleyse izleyelim" tadında bir görev bilinciyle izlenmesi gereken bir dinleti, niteliği taşıyordu kanaatimce. Gelin görün ki, pek de öyle olmadı.

Oysa hiç de fena başlamadı gece. Önce manyetikbant ve sevdiceğiyle buluşuldu. Kısa bir yürüyüş, açıkhavada konser izliyecek olmanın heyecanı, yurdum seyyar esnafının her etkinliğe adapte olması (Leonardo'nun suları burdaaa ) gibi hoş detaylar sonucunda Harbiye'ye vardım. Ancak bunların hiçbiri az sonra yaşanacak hezeyanın habercisi değildi. Açıkhavanın girişindeki merdivenlere oturduk ve konseri beklemeye başladık. Bu esnada önümden insanlar geçti de geçti. Ünlü simalar, Cohen'le yaşıt insanlar, şıkır şıkır kadınlar falan derken, az önce bahsettiğim hezeyanın ilk belirtileri baş gösterdi. Öyle ki, hiçbirimizde bilet yoktu. Konserin başlamasıyla birlikte biraz daha yukarıdaki demir parmaklıkların oraya gittik. İlk başlarda fena değildi sanki. Uzaktan kardeş kardeş dinliyorduk sayın abimizi. Hatta dışarısının kendine has bir ortamı bile vardı. Yanlız bu durum pek uzun sürmedi. Öyle ki, bulunduğum yer itibariyle sahneyi görmek pek mümkün değildi. Sadece duyulan ses, bir noktadan sonra sinir bozmaya başladı. Ne de olsa konser, izlenen bir şeydi. O anda kendimi kör biri gibi hissettim. Çünkü ne yaparsam yapayım görüş menzilime sadece seyirciler ve içerdeki büfe girebiliyordu.

Demir parmaklıklardan sarkan kollarım ve sıkkın suratımı göz önüne koyarsak, körden ziyade bir mahkuma benziyordum. Bu durumu bir kodes konseptiyle düşürsek, beni, hapishanenin avlusunda volta atan birisine benzetebiliriz. Öyle ki, her mahkum, uzunca bir süre daha dışarıyı göremeyeceğinin ve bu kısa volta seansının esasında ağzına çalınan bir parmak bal olduğunun farkındadır. Demir parmaklıkların sivri ve yüksek, güvenliğin ise son derece sıkı olduğu bu yerde, içeriye girmenin imkansızlığı içerisindeyken bir anda uzaklardan gelen bir cengaver, hepi topu 10 saniye ve şaşkın bakışlar içerisinde, aşılmaz gözüken demirlere tırmandı, içeri atladı ve kısa bir süre sonra gözden kayboldu. "Birlikten kuvvet doğar ancak her birlik için bir önder gerekir" düşüncesiyle hareket eden bir diğer güruh ise akabinde liderlerini takip ettiler ve içeriye daldılar. Bu mahkumlar gizlice hazırladıkları kaçış planlarını devreye sokmuşlar ve kazdıkları tünel sayesinde de facto olarak özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Top bendeydi, bir hareketimle bende onlara katılabilirdim. Ancak yapamadım. Benim gibi kararsız bir arkadaş demirler üzerindeyken gardiyanlar tarafından farkedildi ve bu mevzu da orada bitiverdi.

Konserin sonlarına doğru mekanı terk etmeye karar verdik. O an anladım ki, konu esasında Leonard Cohen ya da bir konser izlemekten ibaret değildi. Esas sorun, benim fırsatım varken, siz diyin korkaklık, ben diyeyim girişkenlik eksikliği sonucunda cesaret edemeyişimdi.

Osmandemirci

Fotoğraf: Muhsin Akgün

devamı...