19 Haziran 2006

belly dance punk - 2/5 BZ (Serhat Köksal)


2/5 BZ (bazen 2/B 5Z şeklinde de karşınıza çıkabilir), elektronik müziği arabesk ve oryantal öğelerle karıştırıp, üzerine eski türk filmlerinden replikler, sloganlar veya siyasilerin konuşmalarından bölümler serpiştirerek bence tam bir İstanbul müziği yapıyor. Serhat Köksal ve 2/5 BZ projesi, 90'ların başında elden ele dolaşan, artık kült olmuş ev yapımı kasetlerle tanınmaya başlamış. 94'te BBC'deki Peel Sessions'a konuk olmuş. Avrupa'da birçok şehirde konser vermişliği, birçok festivale katılmışlığı var. İşlerini ara sıra Zihni Müzik ve Kod Müzik'te bulmak mümkün. Son zamanlarda Peyote'de birkaç konser verdi. Son 2/5 BZ albümü "No Turistik, No Egzotik" plak formatında bulunabilir. Bunun dışında zamanında "Güzel Mecmuası" adında bir fanzin de çıkarmıştır Serhat Köksal. "Gözel" isimli bir plak şirketi vardır. Ayrıca müziğinde kullandığı kolaj tekniğiyle gerçekleştirdiği video çalışmaları da bulunur. Türkiye dışında orada burada bir çok ödül almış, ismini duyurmuştur. Web sitesinden koparttığım bilgileri de sunuyorum:
1986'da Serhat Köksal tarafından İstanbul'da kuruldu. 80'lerin başına kadar uzanan, müzik dışı faaliyetleri oldu. Bunların ilki olarak 1982'de "Ping-Pong Oynayan Adamlar Ve Süper Çöpman Ajda Pekkan'da" adlı defter çizgi film gösterilebilir. 90'ların başlarında dönemin müziklerinden farklı olarak, gerek teyp ve elektronik örnekleme, gerek "orkestralı atma" şeklinde icra ettikleri, Türkiye'deki Doğu'daki, evdeki, karayelcek... sevdikleri sesleri ve cereyanları hoşlandıkları şekilde birleştirmeyi deneyen çalışmaları ile tanındı. Eski Türk filmlerinden alınan ses ve müzikler ise teyp-sampling olarak ilk kez 2/5 BZ'nin çalışmalarında kullanılmıştır. Batı müzik sahnesinin önemli müzisyenlerinden Tim Hodgkinson'la birlikte İstanbul'da denemesiz konserler gerçekleştirdi. El yapımı paketlemeyle hazırladıkları albümler; "Yaşasın Artık 2/5 BZ Var" (1992), "Sizden Hesap Soracağız" (1994), "Opua Dişın-Düzenin Yedi Ceddine" (1994), "N" (1995), "Heeeeeyt" (1997). Yer aldıkları toplama albümler; "Telaşa Mahal Yok" (1995), "Tribute To Disco" (1997-Fransa'da yayınlandı), "Sound Of The World: Turkey" (1997-Fransa'da yayınlandı). Ayrıca Serhat'ın 2/B 5Z ile birlikte çalışmalarını yürüttüğü gruplardan Nenni ise 1996'da kurulmuştur. Topluluğun, yamalı video filmleri ve fotokopi mecmuaları bulunmaktadır.
2/5 BZ ve Serhat Köksal'la ilgili bilgilere şuradan ulaşabilirsiniz:
http://www.2-5bz.com/
http://gozel.2-5bz.com/
Grupların ve şarkıların giderek birbirine benzemeye başladığı bu dönemde, kanımca kulaklara ilaç gibi gelecektir. İlk kasetlerini de arayıp bulmanızı tavsiye ederim.

"Şimdi, hayatı bize yazık edenlerden hesap soracağız."

devamı...

11 Haziran 2006

Devendra Banhart


Devendra Banhart blog için yazmak istediğim “yalnız başına dolu dolu müzik yapan” müzisyenlerden biri .Devendra ‘nın müziğine istinaden öncelikle onun hayatından bahsetmek isterim. Texas , 30 Mayıs 1981 doğumlu yani oldukça genç .Okuduğum bir yazıda kendisi şöyle tanımlanır:Psych folk singer/songwriter.İlk kayıtlatını New York City’de yapmıştır ayrıca .Geniş bir tarihçesi yapılabilecek New Weird America adlı psychedelic folk music ağırlıklı bir müzikal hareketinde üyesidir.Eklemem gereken bir diğer husus da Devendra Banhart’ın Vetiver adlı American folk band'ine olan üyeliğidir.Burada Andy Cabic , cellist Alissa Anderson ve violinist Jim Gaylord ile birlikte müzik yaparlar.Müziğin dışında da meziyetleri vardır aslında.Fakat müziği ki öncülük yaptığı diyebileceğimiz “psych folk” akımından dolayı daha fazla ilgi çekmektedir.Bu doğrultuda müziğine gelince basit gitar melodileri olarak kulağımıza gelen müzik, Devendra ‘nın sesi ve sürreal sözleri ile birleşince ilk tepki “hey buda kim? “Oluyor.Benim için en önemli şarkısı “ The Body Breaks “ bıkmadan tekrar başa alıp dinleyebiliyorum.Çok kişişel ve Devendra ‘nın sözleri gibi sürreal olucak ama bunları yazarken bile dinliyorum ve ruhumun benim yanımda oturmuş gibi dışarda hissediyorum.Diğer dikkat çeken şarkıları ise “At The Hop “, “Be Kind” ve “Cosmos and Demos”.Bir kaç şarkısıyla tanımak için http://music.download.com’dan derin bir araştırma sonucu bir kaç şarkısına ulaşabirsiniz.Son olarak eklemek istediğim nokta ise blogu hazırlayan bizleri kendisine çeken özelliği “süveter”giymesidir :)

Discography ise şöyle :

• The Charles C. Leary -2002
• Oh Me Oh My …The Way the Day Goes By the Sun Is Setting Dogs Are Dreaming Lovesongs of the Christmas Spirit-2002
• The Black Babies-2003
• Rejoicing in the Hands -2004
• Nino Rojo -2004
• Cripple Crow-2005
• Devendra Banhart/Jana Hunter-2005

devamı...

10 Haziran 2006

the stills


The stills canadalı bir indie grubu . Aslında Montreal Quebec 'li nitekim burası fransızcanın da konuşulduğu bir bölge.Grup beş elemandan oluşuyor:Tim Fletcher(vocals,guitar), Dave Hamelin(vocals,guitar), Liam O'Neil(keyboard),Oliver Crowe(bass), Julien Blais(drums).İlk bandleri Montreal Quebec 'de yayınladıktan sonra New York City 'nin kapıları açılır . Rememberese EP çalışmasından sonra Grup, ilk debut albumunu çıkarır Logic Will Break Your Heart,albumun hit parçaları; "Lola stars and Stipes","Love and Death" ve "Still in Love Song" dur denebilse de album tüm benliğiyle The Stills 'i tüm şarkılarda yaşatır.The Stills 'in müziği Echo & the Bunnymen ,The Smiths ya da kısaca grup ismi saynmadan müziklerini ingiliz post punk 'ı na benzetebiliriz.Turdaşları ise ilk albumdan sonra İnterpol,Yeah Yeah Yeahs 'dir Son albümleri ise ) Mayıs'ta yayınlanan Whithout Feathers 'dır.Genel anlamda vokallerindeki ingiliz hüznü sizi çekse de albumü dinlediğiniz zaman kendinizi onların içinde bulabiliyorsunuz ve hüznün ötesine geçip The Stills'in müziğini sevebiliyorsunuz kolaylıkla. Son albumdeki hit şarkılar ise In the Beginnig ve Destroyer diyebiliriz.Grubun resmi sitesi www.thestills.net.Ayrıca www.myspace.com/thestills adresinden şarkılarını indirebilirsiniz.

devamı...

09 Haziran 2006

palahniuk'un gösteri peygamberi


Ben de çoğu insan gibi Fight Club'la tanıdım Chuck Palahniuk'u. Türkiye'de 2002'de Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Gösteri Peygamberi (Survivor) de alışkın olduğumuz Palahniuk taşlamalarından biri. Fazla uzatmadan birkaç alıntı üzerinden konuşalım..
"İnsanlar hayatlarının kurtulmasını istemiyorlar. Hiç kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor. Dramlarının. Önemsiz meselelerinin. Hikayelerinin çözümlenmesini, pisliklerinin temizlenmesini istemiyorlar. Çünkü geriye ne kalacağını biliyorlar. Büyük ve korkunç bir bilinmeyen."
Hiçbirimizin (kendimi de katıyorum) büyük ve gerçek problemleri yok. Ya da çoğumuzun diyeyim. Ama hepimiz kıyısından köşesinden arıza karakterle takılmışız, onlara hayranlık duyuyoruz. Bir yandan onlara öykünüyoruz, diğer yandan öykündüğümüz hayatı yaşamaya cesaretimiz yok. Beat yazarlarına hayran oluyoruz, ama beş parasız başını alıp kendini yollara vuranımız pek yok? Sürekli bir arada kalmışlık yaşıyoruz. Denemek istediklerimizle, bunun için almamız gereken riskler çatışıyor. Ayrı olmak istediğimiz topluluktan fiili olarak ayrı duramayınca, kendimize bir kabuk yaratıp onun içinde yaşıyoruz. Etrafta gördüğüm insanların hepsi depresif, hepsinin hayatı kaymış sanki. Bu şekilde kendilerini karmaşıklaştırdıklarını, ilginçleştirdiklerini düşünüyorlar. Bence Palahniuk'un bahsettiği de bu. Kimse sorunlarının çözülmesini istemiyor, çünkü bu şekilde etraflarında yarattıklarını düşündükleri "gizem" halesini kaybederlerse geriye sadece sıradan bir insan kalacak. Paragrafa "biz" diye başlayıp "ben"e döndüğümün farkındayım. Özeleştiriden eleştiriye geçişime tekabül ediyor bu.
"Bir arada olmaktan nefret ettikleri ama yalnız kalmaktan da korktukları için insanlar telefon denilen bir alet kullanıyorlarmış."
İletişime giriş dersinde öğretilmesi gereken bir bakış açısı. İnsanın sürekli yaşadığı başka bir ikilem daha.
"Onlar gibi yaşarsanız, hayatınızdaki her şey listedeki maddelere dönüşür. Başarılması gereken bir işe. Böylece hayatınızın deşifre olmuş halinin neye benzediğini görebilirsiniz.
İki nokta arasındaki en kısa mesafe bir zaman dilimidir, programdır, vaktinizin haritasıdır, ömrünüzün sonuna kadar yapacağınız işlerin listesidir.
İçinde bulunduğunuz anı ölüme bağlayan düz çizgiyi hiçbir şey bir liste kadar iyi gösteremez."
Zekice cümleler ve kavramlar. Hayatın deşifre olmuş hali, vaktin haritası.. Onlar gibi yaşamak, insanın içindeki herkesten farklı olduğu, onlara benzemediği inancını körüklüyor biraz. Biraz lise isyankarlığı kokuyor. Vaktinin haritasını çıkarmayı beceremeyenler için moral verici. Liste yapamadığınız ve yaptığınız listelere uyamadığınız için gurur bile duyabilirsiniz.
"Mesela İsa Mesih, kendisini kimsenin izlemediği, kimsenin ona işkence etmediği ve başında ağlayıp sızlamadığı bir kodeste can verseydi acaba bizi kurtarabilir miydi?
Saygısızlık gibi olmasın ama, kurtarabilir miydi?
Menajere göre, bir insanı aziz yapan en önemli faktör, medyada ne kadar yer aldığıdır...
Çarmıha gerilme sırasında izleyici sayısı düşük olsaydı, olayı başka bir zamana ertelerler miydi, diye düşünmeden edemiyorum."
İşte bu da iletişim fakültesinde olması gereken bir bakış açısı. Tipik Palahniuk üslubu. Provokatif ve esprili. Kitaptaki, İsa'nın fit vücuduyla ilgili yorumlar özellikle eğlenceli.
"Geleceğe güvenmiyor oluşumuz, geçmişimizden kopmamızı zorlaştırır. Geçmişte kim olduğumuz konusundan bir türlü uzaklaşamayız. Arka bahçelere kurulan ikinci el eşya sergilerinde arkeoloğu oynayan bütün yetişkinler, çocukluktan kalma nesneler arayanlar, hepsi korkmuş durumdalar. Değersiz çerçöpler, mukaddes emanetlere dönüşüyor. Kızma Birader. Hulahup. Az önce çöpe yolladığımız şeyler için nostalji duymamızın tek sebebi, gelişimden korkuyor olmamızdır."
Geleceğe güvenmediğim, gelecekten deli gibi korktuğum doğru ve aslında böyle olmaması için bir sebep göremiyorum. Geçmişime, hayatımın çöplerine sıkı sıkıya yapışmamın sebebiyse gelişimden ziyade değişimden duyduğum tedirginlik. Eşyalara bağlanan ve onları hastalıklı bir şekilde biriktiren biriyim. Bunun sebebi tabi ki onların üstlerine sinmiş olan geçmişim. Eski elbise dolabımın kapağını saklamamın sebebi, onun çok iyi bir kapak olması değil, üzerine yıllar boyunca yazdığım yazılardır. Liseden mezun olurken, oturdukları sırayı satın almak isteyen insanlar tanıdım. Herkes eşyalarına bir sebepten dolayı bağlanıyor. Bu sebep ille de gelişim korkusu olmayabilir. Eski ve alışıldık olanın verdiği konfor da vazgeçilmesi zor bir şeydir. Neticede eşyalara duyulan bağlılık bir noktadan sonra hayatı zorlaştırmaya, evi çöplükleştirmeye başlıyor. Eski dergilerinizi, seloteyplerle helak olmuş posterlerinizi, giyilecek hali kalmamasına rağmen desenlerini çok sevdiğiniz için atamadığınız çoraplarınızı gözden çıkarmak zorunda kalabiliyorsunuz.
Peki eşyaları atmak insanı özgürleştirir mi? Bir anlamda geçmişle olan bağlar koparılır, geçmişin etkisinden kurtulunabilir fiziksel düzeyde. Ancak her şeyi gözden çıkardıktan sonra gerçekten özgür olabiliriz derim, Fight Club'a bağlarım.

devamı...

08 Haziran 2006

kısa bir blur tarihçesi



90'larda İngiltere'den çıkan en iyi grup kim sorusunun cevabı, büyük çoğunluk için Radiohead veya Coldplay olacaktır. Massive Attack de güçlü bir adaydır aslında. Ama benim için bu sorunun cevabı açık arayla blur'dür. Neden bilmiyorum, belki Damon Albarn'ın şeytan tüyü yüzünden, belki kimilerine şımarık gelse de benim bayıldığım zibidi tavırları yüzünden. Büyük ihtimalle hem çok eğlenceli, neşeli, alaycı, hem de hüzünlü, melankolik, derin olabilen müzikleri ve sözleri yüzünden. Yıllardır kafamdaki İngiltere imajını yaratan adamlardır bunlar. İngiltere, gri ve yağmurlu bir günde This Is A Low'u dinleyerek sokaklarda gezinmektir, sabah gözlerini Clover Over Dover'la açmaktır. En azından ben böyle hayal ediyorum..
Blur öyle bir gruptur ki, Country House'la neşelendirip çocuklaştırır, Caramel'le ruhunuzu sarsıp hayatınızı kaydırır. Müzik dinlerken acı çekmekten hoşlananlar için birebirdir. Damon Albarn bir yandan Top Of The Pops'taki Parklife performansında olduğu gibi hoplayıp zıplayıp yere düşen, insanlarla dalga geçen şımarık bir çocuktur; bir yandan Glastonbury'de binlerce kişiyle birlikte This Is A Low'u söyleyen dünyanın en etkileyici sesidir. Aşağıdaki metni internetteki çeşitli kaynaklardan çevirdim, kısa bir blur tarihçesi.
Blur'ün öyküsü, Damon Albarn ve Graham Coxon'un Colchester'da aynı okul korosunda yer almasıyla başlıyor. Londra doğumlu Damon, o sıralarda piyano ve drama dersleri alıyor. Almanya'daki bir hava üssünde doğan Graham da saksofon ve gitar çalıyor. Bournemouth'da büyüyen Alex James, 80'lerin sonunda Goldsmith's College'da okumak için Londra'ya geliyor ve Graham'la tanışıyor. Colchester doğumlu Dave Rowntree de bu arkadaşlara katılıyor ve neticede "seymour" adında, garip bir art-punk grubu kuruyorlar. Vokalde Damon, gitarda Graham, basta Alex ve davulda Dave var.
Bir süre Londra civarında çaldıktan sonra, 1989'da grubun adını "blur" olarak değiştiriyorlar ve Food Records'la anlaşma yapıyorlar. İlk blur single'ı She's So High (1990). 91'in baharında İngiltere'de hit olan There's No Other Way single'ıyla beraber efsanevi yapımcı Stephen Street (The Smiths, Morrissey, The Cranberries) ile çalışmaya başlıyorlar. Blur'ün debut albümü Leisure, 91 ağustosunda çıkıyor ve listelerde 7. sıraya kadar yükseliyor. Albümde Syd Barrett'lı Pink Floyd, My Bloody Valentine'ın gitarları ve Revolver dönemi Beatles vokalinden etkiler görülüyor. Damon, şarkı yazarı olarak kendini geliştiriyor ve eleştirel Modern Life Is Rubbish geliyor. Albümün ismi, Londra'daki Marble Arch yakınındaki bir graffitiden esinlenilmiş. Mayıs 93'te çıkan albüm, The Kinks'in altın çağından beri duyulmamış bir İngiliz müziği ortaya koyuyor.
Bu İngiliz şehir hayatı eleştirisi, 94 tarihli Parklife'la devam ediyor ve albüm listelere 1 numaradan giriyor. Blur'ün gitar, bas, saksofon, davul ve keyboarddan oluşan müziğinde The Kinks, David Bowie, Madness, Magazine gibi isimlerin de etkisi var. Blur, 95'te Parklife ile dört Brit ödülü kazanıyor. Bunu 95 tarihli The Great Escape izliyor. Albüm listelere 1 numaradan giriyor ve sadece İngiltere'de 1 milyondan fazla satıyor. Bu arada blur vs Oasis karşılaştırması da iyice ayyuka çıkmış. The Great Escape, What's The Story Morning Glory tarafından mağlup edilmiş. Medya, Damon Albarn ve Liam Gallagher'ı kapıştırmaya çalışıyor, bu arada Graham'ın alkol problemi ortaya çıkıyor. Solist-gitarist çekişmesi neredeyse grubun dağılmasına sebep olacak. 97'de "blur" çıkıyor. Basit melodiler, distorsion, country ve Pavement gibi amerikan indie gruplarından esintiler. Beetlebum blur'ü yeniden tepeye çıkarıyor ve asıl patlama Song 2 ile gerçekleşiyor.
Song 2, birden en meşhur blur şarkısı oluyor ve grubun Amerika macerasını başlatıyor. Blur üyeleri artık yetişkin adamlar. Damon, eski aşkı oyunculuğu yeniden keşfediyor ve soundtracklere dalıyor. Graham, Transcopic Records'dan utangaç doğasını yansıtan ilk solo albümünü çıkarıyor. Alex, her zamanki gibi popstar'ı oynamaya devam ediyor ve Dave, eski tutkuları animasyon ve bilgisayar programcılığına ağırlık veriyor. Ve 13.. (1999) En deneysel, buna rağmen en samimi blur albümü. Metaforlar ve ironi, yerini direkt ve açık sözlere bırakmış. İlk single Tender. Büyük bir turneye çıkmak yerine sadece birkaç festivalde çalıyorlar. Artık sakin bir hayat yaşamak istediklerini söylüyorlar. Grubun 10. yılında, bir de best of çıkarıyorlar. Bu arada Damon, adını tüm dünyada yeniden duyuracak olan Gorillaz'la uğraşıyor. Graham 3 yılda 3 solo albüm çıkarıyor. Alex ve Dave ise, Beagle Projesi'yle ilgileniyor.
Graham, 7. stüdyo albümünün yapım aşamasında gruptan ayrılıyor. 2003 tarihli Think Tank'in kayıtları Fas'ta yapılıyor. Alex'in başarılı bas partisyonları öne çıkıyor. Sweet Song ve Caravan gibi baladların yanı sıra, Crazy Beat gibi daha hızlı parçalar da var. Graham Coxon'u bir kez Battery In Your Leg'de duyuyoruz. İlk single Out of Time, bizi bu dünyadan alıp başka bir evrene götürüyor.
Bu şahane müziği yapan adamları canlı dinleme fırsatımız olacağını (en azından Türkiye'de) sanmıyorum. Bir blur konserinden bahsetmiyorum bile. Belki Graham Coxon, ya da Gorillaz. Umarım onlar da hayatımızın soundtrackinde olmalarına rağmen asla canlı izleyemeyeceğimiz gruplar listesine girmezler. Elimizde yeterince uzun bir liste var zaten. Yağmurlu bir hafta sonuna doğru yine This Is A Low'u dinliyorum. Yıllar geçse de değişmeyecek bir şey herhalde bu takıntı.
finding ways to stay solo..

devamı...