09 Ağustos 2009

leonard cohen'e kulak kabarttım


Bu konser yazısı diğerlerinden farklı, gidenlerin haklı olarak anlata anlata bitiremediği Leonard Cohen konserine dışarıdan bir bakış. Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nun giriş kapılarının hemen yanından, alanı sınırlayan demirlerin dibinden. Ve bu geceye dair anlatabileceğim şeyler sahneyle değil, hissettiklerimle ilgili. Gördüğüm değil, duyduğumla.

6 Ağustos akşamı, konserden yarım saat önce kapılara giden merdivenin kıyısında beklemeye başladık. Binlerce insan geçti önümüzden, ilk şarkılarla birlikte azalarak bittiler. Merdivenler Cohen'i duymak isteyen ama bir sebepten bileti olmayanlara kaldı. Tek başına duvara dayanıp gözlerini kapayanlar, arkadaşlarıyla şaraplarını paylaşanlar, içeri girmenin yolunu arayanlara.

Leonard Cohen'in sesini duyabilmek gerçek dışıydı, hele rüzgarın yönünü değiştirmesiyle bir yaklaşıp bir uzaklaşırken. Sahnede neler olduğunu ancak tahmin edebilirdim, tek görebildiğim sahne ışıklarının yüzlerine vurduğu seyircilerin bir kısmıydı. Ben de sırtımı demirlere yaslayıp göğe baktım. Ay vardı, bulutlar vardı, karşımdaki ağaçların yüksek dalları vardı. Sadece o ses olsun istediğimde başımı eğip gözlerimi kapadım, havayı soludum. Anthem, The Future, The Partisan. Şarkılar bittikçe içeridekiler gibi dışarıdakiler de alkışlıyordu. Hallelujah, I'm Your Man.

Ara sıra gözünü karartıp demirlerden içeri atlayanlara bakıp kendimi cesaretlendirmeye çalıştım ama yapamadım. Konsere ara verildiğinde güvenlik görevlilerinden biri demirlerin üzerindeki birini fark etti ama yanımıza kadar geldiğinde neyse ki kaçağımız yeniden dışarı çıkabilmişti. Görevli nasıl bir düşmanlıkla doluysa, adamı eline geçiremediği için çok sinirlendi ve bağırıp çağırmaya başladı. Dışarıdakilerin kendisine karşılık vermesi ve içeri atlamaya çalışan kişiyi koruması üzerine hızını alamayıp yanımıza geldi ve insanlara bağırmaya başladı. Diğer güvenlik görevlileri sonunda gözü dönmüş arkadaşlarını alıp götürdüler.

Konserin ikinci yarısıyla, Maçka tarafında canlı müzik yapılan bir mekandan gelen seslere rağmen yeniden kulak kesildik. Cohen'in konuşması çoğu zaman fısıltı gibiydi, kelimeler bize ulaşmadan dağılıyordu. Bislere yaklaşırken birkaç kişi kalkıp giriş kapısına gittik. Harbiye'deki bazı konserlerde biste kapıların açılıp dışarıdaki az sayıda insanın içeri alındığı olmuştur. Kapıda insanlar tüm iyi niyetleriyle güvenlik görevlisinden kendilerini 1-2 şarkılığına içeri almasını istiyordu. Ve kanımca buna hakları da vardı. Görevli bunu yapamayacağını, İKSV'nin görevlisi kendisini görürse işinden olabileceğini söyledi içtenlikle.

Bunun üzerine istekler minimuma indi, sadece sahneyi görüp çıkmak istiyorduk. Sesini duyduğumuz adamın siluetini görmek istiyorduk 30 saniyeliğine. Görevli de bize eşlik edebilirdi, zaten topu topu 5 metre yürümemiz gerekiyordu kapıdan. Teker teker bakıp çıkardık. Yine olmadı. Kapının dibinde oturup yine dinlemeye koyuldum. Haksızlığa uğramış gibi hissediyordum ve bunun bilet fiyatlarıyla, daha bislere bile gelmeden çıkıp gidenlerle ilgisi yoktu. Olayı algılayışım, bu konserin ticari bir şey olduğu, bu hizmeti almak için parasını ödemem gerektiği şeklinde değildi. Gördüğüm kimsenin iyi niyetini suistimal etmeden birkaç dakikalığına içeri girmek isteyen insanlar ve onları içeri almak istediğini ama işini kaybetmekten korktuğunu içtenlikle söyleyen bir adamdı. O anda aramızda halledeceğimiz bir konu olarak gördüğüm bu şeye karışan o kadar çok kurum, kişi, kavram vs. vardı ki bunları düşünmek dikkatimi dağıttı. Yoğun bir hüzün duyuyordum ve konser bitiyordu. Bir yenilmişlik hissiyle oradan ayrılmak üzere merdivenlerden aşağı inerken tek bir cümle duydum: "Sincerely, L. Cohen." Famous Blue Raincoat'un sadece bu cümlesini duyabilmiş olmak sarsıcıydı. Kederimin altına imzasını atmıştı yine.

Konser yazılarını yazarken bir yandan o kişi/grubun müziğini dinlerim ve şimdi fark ediyorum ki Leonard Cohen şarkıları eskisinden daha hüzünlü oldu benim için. Yıllardır içlerinde biriktirdikleri hislere bir de bahsettiklerimi eklediler. Şimdi konser gecesinin duygusallığından biraz sıyrılmış olarak düşündüğümde hala neden son biste kapıların açılmadığını anlamıyorum. Konserin son şarkısında içeri giren taş çatlasa 20 kişi kimin hangi hakkına zarar verir? Sadece dışarıda bekleyen insanlara bir jest olur. Böylece boğazımız hüzünden değil, mutluluktan düğümlenebilirdi.

Cohen'e kulak kabartan Osman Demirci'nin dramı:

Açık söylemek gerekirse Leonard Cohen hayatımda büyük bir yer teşkil etmiyor. Zaten topu topu 10 tane şarkısını adam gibi bildiğim, 74 yaşındaki bir adamın konseri, "efsane bir isim memleketimize gelmiş öyleyse izleyelim" tadında bir görev bilinciyle izlenmesi gereken bir dinleti, niteliği taşıyordu kanaatimce. Gelin görün ki, pek de öyle olmadı.

Oysa hiç de fena başlamadı gece. Önce manyetikbant ve sevdiceğiyle buluşuldu. Kısa bir yürüyüş, açıkhavada konser izliyecek olmanın heyecanı, yurdum seyyar esnafının her etkinliğe adapte olması (Leonardo'nun suları burdaaa ) gibi hoş detaylar sonucunda Harbiye'ye vardım. Ancak bunların hiçbiri az sonra yaşanacak hezeyanın habercisi değildi. Açıkhavanın girişindeki merdivenlere oturduk ve konseri beklemeye başladık. Bu esnada önümden insanlar geçti de geçti. Ünlü simalar, Cohen'le yaşıt insanlar, şıkır şıkır kadınlar falan derken, az önce bahsettiğim hezeyanın ilk belirtileri baş gösterdi. Öyle ki, hiçbirimizde bilet yoktu. Konserin başlamasıyla birlikte biraz daha yukarıdaki demir parmaklıkların oraya gittik. İlk başlarda fena değildi sanki. Uzaktan kardeş kardeş dinliyorduk sayın abimizi. Hatta dışarısının kendine has bir ortamı bile vardı. Yanlız bu durum pek uzun sürmedi. Öyle ki, bulunduğum yer itibariyle sahneyi görmek pek mümkün değildi. Sadece duyulan ses, bir noktadan sonra sinir bozmaya başladı. Ne de olsa konser, izlenen bir şeydi. O anda kendimi kör biri gibi hissettim. Çünkü ne yaparsam yapayım görüş menzilime sadece seyirciler ve içerdeki büfe girebiliyordu.

Demir parmaklıklardan sarkan kollarım ve sıkkın suratımı göz önüne koyarsak, körden ziyade bir mahkuma benziyordum. Bu durumu bir kodes konseptiyle düşürsek, beni, hapishanenin avlusunda volta atan birisine benzetebiliriz. Öyle ki, her mahkum, uzunca bir süre daha dışarıyı göremeyeceğinin ve bu kısa volta seansının esasında ağzına çalınan bir parmak bal olduğunun farkındadır. Demir parmaklıkların sivri ve yüksek, güvenliğin ise son derece sıkı olduğu bu yerde, içeriye girmenin imkansızlığı içerisindeyken bir anda uzaklardan gelen bir cengaver, hepi topu 10 saniye ve şaşkın bakışlar içerisinde, aşılmaz gözüken demirlere tırmandı, içeri atladı ve kısa bir süre sonra gözden kayboldu. "Birlikten kuvvet doğar ancak her birlik için bir önder gerekir" düşüncesiyle hareket eden bir diğer güruh ise akabinde liderlerini takip ettiler ve içeriye daldılar. Bu mahkumlar gizlice hazırladıkları kaçış planlarını devreye sokmuşlar ve kazdıkları tünel sayesinde de facto olarak özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Top bendeydi, bir hareketimle bende onlara katılabilirdim. Ancak yapamadım. Benim gibi kararsız bir arkadaş demirler üzerindeyken gardiyanlar tarafından farkedildi ve bu mevzu da orada bitiverdi.

Konserin sonlarına doğru mekanı terk etmeye karar verdik. O an anladım ki, konu esasında Leonard Cohen ya da bir konser izlemekten ibaret değildi. Esas sorun, benim fırsatım varken, siz diyin korkaklık, ben diyeyim girişkenlik eksikliği sonucunda cesaret edemeyişimdi.

Osmandemirci

Fotoğraf: Muhsin Akgün

0 yorum: